20 Haziran 2015 Cumartesi

SANATIN GÜCÜ



                                                             (Picasso`nun Guernica`si)
5 Şubat 2003 yılında Colin Powell New York’taki Birleşmiş Milletler binasında Irak Savaşı üzerine basın toplantısı yaparken arkasındaki duvar büyük bir örtüyle kapatılmıştı, örtünün arkasında ise tüm dünyada savaş ve faşizm karşıtı, barış yanlısı düşüncelerin sembolü olmuş İspanyol sanatçı Pablo Picasso`nun (1881-1973) İspanya iç savaşı sırasında Alman uçakları tarafından bombalanan Guernica şehrini anlattığı “Guernica” tablosunun bir kopyası vardı. II. Dünya Savaşı sırasında bir Alman general Picasso’ya “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye sorduğunda Picasso “Hayır, siz yaptınız” diye cevap vererek belki de bir sanat eserinin göründüğünden çok daha öte, bir örtünün arkasına saklanamayacak kadar da gerçek olduğunu anlatmıştı. 
Öyle ki; insanın varoluşuyla başlayan sanat, mağara duvarlarından çıkıp sokak duvarlarına kadar uzanan uzun bir serüven; Ludwig van Beethoven’ın notalarında, Francisco de Goya Lucientes’in dönemin toplumsal ve politik olaylarını anlattığı Los Caprichos gravürlerinde, Gustave Courbet’ın fırçasındaki özgürlük inancında, Käthe Kollwitz’in ezilen Silezyalı dokuma işçilerini anlattığı oyma baskılarda, Banksy’nin spreyinde…
(Joseph Beuys – “Süpürmek”)
Ki 1789 Fransız İhtilali’nin özgürlükçü anlayışıyla gelenekselden kopup güncel konuları yapıtlarına yansıtmaya başlayan sanatçılar, Picasso’nun da yaşamış olduğu dönem olan 20. yüzyıla gelindiğinde savaşların, ekonomik krizlerin, çevre felaketlerinin etkileriyle toplumsal ve politik olaylarda daha da aktif rol oynamış; sanatta yapılan çok sayıda deneysel çalışma sanat kavramında genişlemeye neden olmuştu. Nitekim 20. yüzyılın önde gelen devrimci sanatçılarından biri olan Joseph Beuys (1921-1986) “Yegane devrimsel güç, yaratıcılığın gücüdür […]” demiş, hasta dünyanın sanatla daha sağlıklı bir ortama dönüşeceğini dile getirmişti.
(JR – “Yüz Yüze” Projesi)
Örneğin; 1 Mayıs 1972 tarihinde özgürlüğün herkes icin eşit olması gerektiğini savunan Beuys sosyal eşitsizliğe karşı “Süpürmek” isimli bir çalışma yaptı: Batı Berlin`deki 1 Mayıs gösterileri için iki yabancı öğrencisiyle Karl-Marx Meydanı’na giden Beuys, eylem sonuna kadar bekleyerek tüm meydanı süpürmüş ve kalıntıları galeride sergilemişti. Ona göre sanat eylemi izleyicide içgüdüsel dönüşler yapmalı, sembollerle yeni düşünceler ortaya çıkarmaya çalışmalıydı. Aynı zamanda “Her insan sanatçıdır” diyen Beuys, özgürlüğün ancak insanın bu yaratıcı gücünü keşfetmesi ve eyleme geçirmesiyle gerçekleşeceğini belirterek sanatçı ile izleyici arasındaki çizgiyi ortadan kaldırmıştı. Günümüze yaklaştıkça özellikle tüketimdeki artış, teknolojinin hızla ilerlemesi… vs. sanatta farklı ifade şekillerinin ortaya çıkmasına neden oldu; Sokak Sanatı, Grafiti, Happening, Performans Sanatı bu yöntemlerin kullanıldığı sanat çeşitlerinden sadece birkaçıdır. 
(JR – “Yüz Yüze” Projesi)
Mesela; geçtiğimiz günlerde ülkemize, 2008 yılında başlatmış olduğu “Şehrin Kırışıklıkları” isimli projesi için gelen Fransız sokak sanatçısı, fotoğrafçı JR, dünyadaki problemleri vurgulamak için hazırladığı projeler ile Sokak Sanatına verilebilecek en iyi örneklerdendir. 2007 yılında Orta Doğu’daki savaştan etkilenip bu bölgeye giden JR, İsrail ile Filistin’i ayıran duvara burada yaşayan insanların birlikte fotoğraflarını yapıştırarak, birbirlerine ne kadar da benzediklerini ortaya koymaya çalışmış; sanatıyla bu bölgeye kısa süreliğine de olsa sokaklarda asıl dolaşması gereken şeyi “Barışı” getirmişti. Dünyada bugün sanatın bu inanılmaz gücünden korkanlar ise onu örtülerle, boyalarla, yasaklarla engellemeye çalışmış olsa da sanat, duvarları örenlere karşı duvarları yıkarak yoluna devam etmektedir… 
Ergül Akyürek
Not: Yukarıdaki bilgiler için Remzi Kitabevi`nden yayımlanmış E.H. Gombrich`in “Sanatın Öyküsü” kitabından ve http://www.kritische-kunst.org/pdfs/kunst_und_protest.pdf sitesindeki çalışmadan yararlanılmıştır.anılmıştır.

21 Nisan 2015 Salı

ÇERNOBİL: BİTMEYEN AĞIT...



Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasındaki nükleer santral, 25 Nisan 1986`da reaktörlerden birinde yapılan deney sonucunda 26 Nisan 1986 saat gece yarısı 1:00'de deney sırasında güvenlik sisteminin devre dışı bırakılması ve peşi sıra yapılan hatalar sonucunda patlamıştır.“

                                                                 (Kazadan önce Pripyat)
Sonra tabii her şey devam etti sanki o kaza hiç olmamış, ölenler ölmemiş, zarar gören çocuklar hiç doğmamış gibi bizler hayatlarımıza devam ettik. Kimimiz olduğumuz yerden ses çıkardık; ama duyulmadı, kimimiz ortalıkta ses çıkardı ama dinlenmedi, kimimizse her şeyi unutup ders almaktan korktuğumuz için, aynı reaktörün çelik bir lahde gömülmesi gibi etkilerini derinlere gömdük. Ama üzgünüm 29 yıl önce bu kaza gerçekleşti, insanlar ve doğa büyük zararlar gördü…

                                                                 (dayanılmaz sessizlik) 

Peki! Kazadan sonra neler oldu, o kazanın olduğu terk edilmiş yerler ne durumda?

Ukrayna dilinde Çernobil bir çiçek ismidir, pelin çiçeği. Bu çiçek buradaki insanları korkutur, çünkü burada pelin çiçeği İncil'de geçen bir kıyamet alametidir: " 8:10, üçüncü melek borazanını çaldı. Gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine ve su pınarlarının üzerine düştü.",
"8:11, Bu yıldızın adı Pelin'dir. Suların bir kısmı pelin çiçeği gibi acılaştı. Acılaşan sulardan içen birçok insansa öldü."
Radyasyondan kaç kişi öldü bunu bilen yok, tahmini rakamlar olsa da maddi kayıpları belirlemek daha kolay. Açtığı etkiler göz önünde bulundurulursa son ölü sayısına kadar gerçekte kaç kişinin öldüğü asla bilinemeyecek. Olay yerine ilk giden itfaiyeciler olay yerine gidene kadar normal bir yangını söndüreceklerini düşünseler de, karşılaştıkları manzara hiç de öyle olmamış bir daha evlerine dönememişlerdi. Likidatörler ise radyoaktif kirliliği temizlemek için görevlendirilmiş askerlerdi; ama çoğuna koruyucu kıyafetler sağlanamadı. İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kaldılar, bu terk edilmiş, cehenneme dönmüş, bölgeyse şimdilerde hayvanlar için rahat yasayabilecekleri bir yasam alanı haline dönüşmüş, kimse onları avlamadığı için sayıları oldukça artmış, tabii radyasyonun onları nasıl bir genetik yapıya soktuğu, güvenli bölgeyle ilişkileri tam olarak bilinemiyor. Pripyat, yani hayalet kasaba ise patlamanın olduğu yere 4 km uzaklıkta. 1986 yılında burası yeşil, modern bir yerdi. İlk girişte burası hala yaşanılan bir yer olarak görünse de bir binanın üzerindeki şu slogan "Lenin'in Partisi Bizi Komünizmin Zaferine Taşıyacak" sanki bize, zamanın burada durduğunu anlatıyor. Kasabadaki sessizlik ise insanın kendisini dünyada tek başına gibi hissetmesine neden oluyor. Sonraki yıllarda buraya turistlik gezi düzenlense de insanlar sessizlikten rahatsızlık duymuş ve hemen buradan ayrılmak istemişler. Pripyat'tan ayrılıp motorumla kuzeye, Beyaz Rusya'ya yöneliyorum. Burası ayrı bir ülke; ama radyasyona, vize uygulaması konulamıyor. Bundan dolayı da kazadan en çok etkilenen yerlerden biri de Beyaz Rusya. Yollarda, doğanın insana ait olan şeyleri nasıl da yok etmeye başladığını görüyorsunuz, birkaç yüzyıl sonra insana ait hiçbir kalıntı kalmasa da buralarda hala radyasyon olacak. Burada doğa gerçekten çok güzel, çok zengin; ama ne suyunu içmeye ne de ağaçtan bir meyve koparmaya cesaret edebiliyorsunuz. Bazı yerlerde ise insanlar yasadıkları yerleri terk etmek istememiş ve "Ölürsem kendi topraklarımda öleyim." diyerek büyük bir cesaretle burada kalmışlar; ama onlardan mutluluk hikâyeleri beklemeyin, insanlar yaşlı, yorgun ve mutsuz... Kazanın en kötü yanıysa çocuklar. Kazadan sonra doğan çocukların fotoğrafları kazanın boyutunu gösterse de yetkililer kazadan önce de bu tür çocukların doğduğunu, nedeninin alkol ve uyuşturucu olduğunu söylüyorlar. Ama kim ne derse desin yaşananlardan sonra onlar asla normal bir çocuk olamadı. Uğradığım kasabalardan birisi de Poleskoye kasabası. Kasabanın eski isminin anlamı, "Mezara yakın." demek. Bu kasaba Moğol istilasından, büyük kıtlıktan ve savaşlardan çıkmış; ama Çernobil'den aldığı büyük doz onu yavaş yavaş öldürmüş, şu ansa eski adının kaderini yasıyor.“

                                                                     (Bir cocugun cigligi)

Belki bu kaza 29 yıl önceki teknolojiyle yapılan bir deney sonucu oluşmuş olabilir; ama en son Fukuşima'da yaşananlar bize dünyanın her an risk altında olduğunu gösterdi. Ne yazık ki ülke politikaları sadece o ülkeyi, orada yaşayan insanları etkilemiyor; tüm dünyayı, tüm insanlığı, tüm doğayı etkiliyor… Unutmamalıyız ki var olan bir şeyi derinlere gömsek de o, hep orada… Yaşadığımız hiçbir şey, o gün orada yaşanıp bitmiyor. Etkileri görünmez bir güç gibi devam edip her gün birilerinin kapılarını çalıyor. Umarım bir şeylerin farkına varmak için kapınızın çalmasını beklemezsiniz. Çünkü hayalet kasabada kapıların hiçbir önemi yok.
Ergül Akyürek

                                                                      (Bir kayip cocuk)

NOT:
- Birkaç yıl önce internette nükleer santrallerle ilgili bir araştırma okurken, Elena isimli bir gezginin sitesiyle karşılaştım. Elana, Çernobil'de yaşamış ve bölgeyi daha sonraki yıllarda düzenli olarak ziyaret edip gördüklerini hem fotoğraflamış, hem de deneyimlerini web sitesinde paylaşmış. Benim yazdıklarım ise sitede okuduklarımın ufak bir derlemesi. Elena'nın yazılarına göz atmak isterseniz, Türkçe dahil bir çok dilde çevirisine, şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.elenafilatova.com
- Kazadan 20 yıl sonra (2006) üç ayrı ülkeden -Rusya, Belarus, Almanya- sokak sanatçıları (Sergey Abramchuk, Vitali Shkliarou, Konstantin Danilov, Denis Averyanov, Ivan Malakhov, Tobias Starke and Kim Köster) bu terkedilmiş bölgede yaşanmış felaketin en masumları çocukların çalınan çocukluklarını, insanların acılarını tekrar hatırlatmak için Çernobil`e gitmiş ve Pripyat`ın duvarlarında çocukların sessiz çığlıklarını, gözyaşlarını tekrar yaşatmış... Fotoğrafları ise projenin yer aldığı su siteden aldım: http://englishrussia.com/2010/04/06/top-10-weirdest-graffiti-of-pripyat/3/

(Korku ve Dehset)

1 Nisan 2015 Çarşamba

LATİFE UŞŞAKİ




Avusturyalı sanatçı Marianne Maderna, Viyana Üniversitesinin 650. yıldönümü için üniversitenin avlusuna - 2 Mart- 17 Nisan 2015 tarihleri arasında ziyaret edilebilecek- 33 önemli kadının büstlerinin yer aldığı bir sergi açtı. Bu tarihe kadar Viyana Üniversitesinin avlusunda 153`ü erkek büstü olmak üzere 154 tane büst yer alıyordu – avluda yer alan tek kadın büstü ise Felsefe fahri doktorasının sahibi Avusturyalı yazar Marie von Ebner-Eschenbach (1830-1916)` dı- 153 erkek büstünün karşısına yerleştirilen bu radikal büstler yazarlar, sanatçılar, politik aktivistlere ait: Frida Kahlo, Virginia Woolf, Ingeborg Bachmann, Maria Magdalena, Mileva Maric Einstein, Hannah Arendt, Susan Sontag... ise bunlardan sadece bir kısmı. Projenin çıkış noktasını ise cinsiyet eşitliği olarak belirlemiş ve sanatçı her büstün altına kendisine ait şiirsel tekstler yazmış. Bu muhteşem 33 kadının radikal büstlerinden bir tanesi de Cumhuriyetimizin kuruluşunda önemli bir yere sahip, Batının „O bir kadın hakları savunucusu“ olarak tanımladığı Mustafa Kemal Atatürk`ün iki buçuk yıl evli kaldığı eşi Latife Uşşaki.


Uşakizade Muammer Bey`in kızı Latife

Uşakizade Muammer Bey, İzmir`in en önde gelen tüccarlarındandı, sürekli yurtdışına seyahatler yapıyor çocuklarını kız-erkek ayrımı yapmadan Batı standartlarında iyi eğitim almalarını istiyordu. Aynı zamanda da kendi geleneklerine bağlıydı. Latife, 17 Haziran 1898 yılında dünyaya gelmiş, ailenin en büyük çocuğuydu. Küçük yaşlarından itibaren yabancı mürebbiyelerle büyümüş, İngilizce, Almanca, Fransızca, Latince, İtalyanca, Rumca öğreniyor, Farsça, Arapçasi için ise Halit Ziya (Uşaklıgil) ve Tevfik Fikret`ten özel dersler alıyordu. Dile olan yeteneği dışında sanata olan yatkınlığı ile de bilinen Latife çok iyi piyano çalabiliyor, dünyayı yakından takip ediyordu. Çocuklarının özgürce yetişmesine önem veren Muammer Bey, 15 Mayıs 1919`da İzmir`in işgaliyle konumundan dolayı zor durumda kalmış, Fransa`ya yerleşmişti. Latife`yi ise Londra`nın önde gelen okullarından birine göndermişti. Latife, Londra`daki eğitiminden sonra Paris`e giderek Sorbonne Üniversitesi`nde Hukuk eğitimine başlamış, ama ülkesinden gelen haberlerin heyecanıyla İzmir`e geri dönmek ve kurtuluşa tanıklık etmek istemişti.

İzmir`e dönüş, Mustafa Kemal ile tanışma

Latife, ailesini ve eğitimini geride bırakarak tek başına 1921 yılının sonbaharında İzmir`e geri dönmüştü. 9 Eylül 1922 tarihinde ise beklediği gün gelmiş, İzmir düşman işgalinden kurtulmuştu. İzmir`i kurtaran kumandan Mustafa Kemal ise karargah olarak Uşakizadelerin köşkünü seçmişti. İzmir ise yanıyordu. Mustafa Kemal, Uşakizadelerin köşkünden Latife ile yangını izlemiş, yanındaki genç kızın sözleriyle gelecek adına daha da umutlanmıştı. Latife, eğitimi ile yeni Türkiye için iyi bir örnek olmasının dışında cesareti, ülkesine bağlılığı ile de Mustafa Kemal`i etkilemişti.

Mustafa Kemal ve Latife`nin evliliği

Artık savaş bitmiş, savaşın yaralarının sarılıp hızla Yeni Türkiye`nin kurulması çalışmalarına başlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923 tarihinde Uşakizade Muammer Beyin kızı Latife Hanım ile İzmir`de o güne kadar görülmemiş bir biçimde evlendi. Böylelikle Latife nikah masasında oturup evlilik için izni sorulan ilk Türk kadını olmuştu. Batı ise bu haberi „Türkiye yüzünü Batıya çevirdi!“ manşetleriyle veriyordu, Latife ise Dünya`nın gündemindeydi. Bu haberler dünya basınında yer alırken Latife ve Mustafa Kemal birlikte Anadolu yollarındaydi, Ankara ise İzmir`e hiç benzemiyordu. O güne kadar iyi şartlarda yetişmiş Latife için karşılaştığı manzara pek de hayallerindeki gibi değildi ve asıl mücadelenin yeni başladığının farkındaydı. Bundan dolayı da eşinin her adımında yanında yer alıyordu. 1 Mart 1923 tarihinde Mustafa Kemal`in Mecliste konuşmasını Latife Hanim da dinleyecek, Meclise giren ilk Türk kadını o olacaktı. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilirken ise o yine Meclisteki yerini almıştı. Çankaya`da yapılan ziyaretlereyse artık kadın-erkek birlikte katılıyordu, ilk protokolü ise Latife Hanim düzenleyecekti. Her şey hızla değişiyor Latife Hanim ise bu değişimde önemli bir yer teşkil ediyordu. Peçeyi çıkarması, giyimindeki modernlik, etkileyici konuşmaları, eşiyle yan yana duruşu ile halkın ilgisini çekiyordu. Ama Latife yapılan yenilikleri, kadın haklarını savunurken de köylünün durumunu gözlemlemiş, notlar tutmuştu; önceliğin halkın eğitimine verilmesi gerektiğini ise her fırsatta vurguluyordu.



Ayrılık ve „Uşşaki“ soyadı

Yeni Türkiye`de bu gelişmeler yaşanırken 1925 yılının Temmuz ayında ikili arasında yaşanan bir tartışma onları ölene kadar yan yana getirmeyecek bir ayrılığa neden olmuştu. Medeni Kanun`un (4 Ekim 1926) hazırlanması aşamasında gerçekleşen bu beklenmedik ayrılığa herkes şaşırmış olsa da ikili bu konuda ölene kadar konuşmama kararı almıştı. Artık ayrıydılar. Mustafa Kemal, Yeni Türkiye için çalışmalarına hızla devam ediyordu; Latife Hanım ise yeni bir hayata başlamıştı, Mustafa Kemal`siz bir hayata. 1934 yılına gelindiğinde ise Soyadı Kanunu kabul edilmiş, herkes kendine bir soyadı almıştı. Uşakizade Muammer Bey ve ailesi ise kendilerine „Uşşaklı“ soyadını seçmişti. Ama Mustafa Kemal Atatürk, Latife Hanım`a babasının soyadını değil de başka bir soyadını uygun görmüştü: „Uşşaki“ yani „Aşıklar“. Ki bu Aşk 13 Temmuz 1975 Latife Hanım`ın ölümüne kadar sürecekti, şu an Viyana Üniversitesinin avlusundaki Latife Uşşaki`nin büstünün altında yazdığı gibi „[...] o ölene kadar ülkesinde yaşadı, çünkü o ona aşıktı“ ( Marianne Maderna)
Latife Uşşaki`nin hayatı üzerine kaynaklar ayrıntılı olarak okunduğunda gösteriyor ki; yaşadığı döneme göre oldukça iyi eğitimli, ülkesinden, ülkesinin sorunlarından hiçbir zaman uzak kalmamış ileri görüşlü bu kadın, bir dönem Mustafa Kemal Atatürk ile el ele aynı yolda yürümüş, Türk kadınının değişimini dünyaya göstermiş önemli bir isimdir. Mustafa Kemal Atatürk ile elleri ayrıldığında bile büyük bir liderle bir dönem yol arkadaşlığı yaptığını her zaman farkında olup asaletinden hiçbir şey kaybetmemiş, tüm dünyanın gözü üzerinde olmasına rağmen açıklamalardan uzak bir hayatı seçmişti. Kendisinin birçok kaynakta, filmde farklı yönleri vurgulanmış olsa da o bugün hala „Türk Kadınının Görünür Olması“, „Kadın Hakları Savunucusu“ kimliği ile bizi dünyada temsil etmeye devam etmektedir...
Ergül Akyürek

Not: Bu yazıdaki bilgiler için, İpek Çalışlar`ın Latife Hanım, Fatih Bayhan`ın Latife Hanım`ın Kağıtları kitaplarından ve Marianne Maderna`nın Viyana Üniversitesinin 650. yılı için hazırlamış olduğu projeden yararlandım.






5 Mart 2015 Perşembe

DEVRİM VE KADIN


 Samsun

Rüzgar, o gün çok sert esmesine rağmen uzaklardan getirdiği koku beni kahkahaların hiç dinmediği günlere götürmüştü. Hayatımda daha önce hiç gülmemişim gibi gülmek çok eskide kalmış gibi hafifçe gülümsedim. Gülümsememin kahkahaya karıştığı bir anda ise rüzgardan daha sert bir kalabalığın üzerime doğru koştuğunu fark ettim. Tek hatırladığım ise sol yanımı saran ateş ve tüm kalabalığa rağmen haksızlıklara karşı dimdik duruşum.

Amasya-Suluova

Aslında içimdeki şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum, bazen tüm umutlara rağmen „korkuyor muyum?“ diye kendime soruyorum, bazense kendimden kaçıyorum... Ama nereye kaçarsam kaçayım meraklı bakışlar beni kendimle tekrar tekrar yüzleştiriyor. Tek tesellim ise demir parmaklıklara rağmen hayatta olması. Ona sorsanız arkadaşlarının yerine ölmüş olmayı tercih edebilir. Benim her gün bin kere öldüğümü bilmeden. İşte bu düşünceler içinde boğuşurken askerlerden birinin yanıma yaklaştığını gördüm -sonunda sıra bana gelmişti- Kapıdan içeri girdiğimde ise o merdivenlerin sonundaki sandalyede oturuyordu, her yeri şişmiş. Yaklaşmaksa yasak! Sol yanımı tarifsiz bir acı sardı, yutkundum ve haksızlıklara karşı dimdik durdum.

İstanbul

Annem, bebekken çok ağladığımı söyler uykusuz gecelerini anlatırdı. Bazen kalabalıkların en önünde bağırırken aklıma annemin sözleri geliyor, sırf bu yüzden, tüm dünya yapılan haksızlıklara karşı uyumasın diye daha da çok bağırıyorum. Sonra dünyanın başka bir köşesinde haksızlıklara karşı dimdik duran başka bir kadın geliyor aklıma, iste o zaman sol yanım umutla doluyor...

Kadın olmak, Amasya`da, Samsun`da, İstanbul’da, Paris`te, Berlin`de ya da dünyanın herhangi bir yerinde bazen kalbindeki tüm yüklere rağmen tek başına eşitlik için kalabalıklara karşı direnmekken, bazen kalbindeki umutla özgürlük için kalabalıkların en önünde yer almak, umudu yeşertmektir... 8 Mart Dünya Kadınlar Günü de kadınların hakları için özgürlük ve eşitlik mücadelelerine adanmış bir gündür. İlk olarak „Kadınlar Günü“ fikri ise, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan ideolojilerle dile getirilmiş olsa da kadın hareketlerinin ilk girişimleri Fransız Devriminin „eşitlik, özgürlük, kardeşlik“ anlayışı bağlamında belirlenmişti. Fransız Devriminde önemli bir isim olan feminist yazar, politik eylemci Olympe de Gouge 1791 yılında Kadın Hakları ve Kadın Yurttaş Bildirgesi`ni yayımlamış, “Mademki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor, öyle ise kürsüye çıkma hakkı da verilsin” demiş, bu sözlerinden 2 yıl sonra yazdığı bir yazı nedeniyle tutuklanarak öldürülmüştü. 19. yüzyılın devamında ise Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri`nde kadınların en büyük hedeflerinden biri oy kullanma talepleri olmuş, hakları için mücadeleler vermişlerdi. 1910 yılında ise Alman Sosyalistleri Clara Zetkin ve Käte Duncker`in Kopenhag’ta yapılan „Uluslararası Sosyalist Kadınlar Toplantısı“ `nda, kadınların hakları için bu vermiş oldukları mücadeleler onuruna „Kadınlar Günü“ önerisinde bulunmuşlardı. Önceleri bu gün için belirli bir tarih belirlenmemiş olsa da 1921 yılında Moskova`da yapılan „2. Komünist Kadınlar Toplantısı“ `nda „8 Mart“ tarihi „Dünya Emekçi Kadınlar Günü“ olarak belirlenmişti. 16 Aralık 1977 tarihine gelindiğinde ise Birleşmiş Milletler 8 Mart`ın „Dünya Kadınlar Günü“ olarak kutlanmasına karar vermişti. Aslında bu günün 8 Mart olarak belirlenmesiyle ilgili değişik kaynaklarda farklı bilgiler olmuş olsa da bu günün temelinde kadınların hakları için vermiş oldukları mücadelelerin ve devrimci karakterlerinin olmuş olduğu söylenebilir.
Türkiye`de ise „Dünya Emekçi Kadınlar Günü“ ilk olarak 1921 yılında kutlanmış, 1975 yılında ise
„Dünya Kadınlar Günü“ ülke geneline yayılmaya başlamıştı. 12 Eylül 1980 darbesi bu kutlamaların 4 yıl ertelenmesine neden olmuş olsa da kadınlar bu 4 yılın sonunda tekrar sokaklardaki yerlerini almışlardır.
Ama tüm mücadelelere, kazanılan haklara rağmen yapılan araştırmaların pek de iç açıcı olduğu söylenemez, yukarıda sözü geçen ülkeler de dahil olmak üzere edinilen veriler kadın-erkek eşitliğinin sözde olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı da, biz „Kadın“`lar karakterimizde devrimi taşımaktan asla vazgeçmeden giyimimiz, eğitimimiz, haksızlıklara karşı duruşumuz...vs. ile hemcinslerimizin yıllar önce başlatmış olduğu eşitlik, özgürlük mücadelesini yaşamımızın her alanında devam ettirmeliyiz... Çünkü; kadın hakları, tarih sayfalarında adı geçmeyen milyonlarca kadının mücadelesiyle kazanılmıştı. Her gün hayatının her alanında bu mücadeleyi sokakta, evde, okulda... devam ettiren tüm kadınların „Dünya Kadınlar Günü“ kutlu olsun!
Ergül Akyürek
Ekmek ve Gül
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
"Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!
 ...
(Türkçe çeviri: Metin Demirtaş)
(James Oppenheimer`ın yazdığı Ekmek ve Gül şiirini, 1912 yılında Amerika Birleşik Devletleri`nde (Lawrance) 14.000 tekstil işçi grev sırasında söylemiş, slogan olmuştur.)


Not:
 -  Bu yazının başlangıcındaki 3 şehirde geçen 3 ayrı anın betimlemesi annemin 12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşadıklarını içermektedir.

- Yukarıdaki tarihi bilgiler içinse Viyana`da düzenlenmiş „Dünya Kadınlar Günü 100. Yıl Projesi“ve Viyana Üniversitesi kütüphanesindeki kaynaklardan yararlandım.






19 Ocak 2015 Pazartesi

İSLAMDA SAVAŞ VE BARIŞ


Şimdi sizi Viyana`da, aynı insanlar gibi savaşı, ölümü görmüş, eski, ağır bir binanın en tepesinde yer alan ufak bir amfiye götüreceğim, içerisinde ise din adamları, profesörler ve her türlü inanıştan, farklı ülkeden katılımcılar var, olmayan tek şeyse kurulan cümlelerin sonrasındaki "AMA". Konu ise "İslamiyet’te Savaş ve Barış". Benim için buradaki önemli olan nokta ise anlatılanlardan daha çok katılımcıların ve sunumu yapan insanların yorumları, konuya olan yaklaşımları. Tabii konu derin olunca tartışmalar da bir o kadar derin oluyor, din psikolojisinden tutun da, Orta Doğuda uygulanan politikalara kadar her yöne gidiyor. Aslında konu ne olursa olsun  hepimizin aradığı tüm farklılıklarımıza rağmen "umut"; bildiğim tek şeyse bunun ancak birbirimizi dinleyerek, anlamaya çalışarak olabileceği yoksa hepimiz savaşların içinde yok olup gideceğiz, geçmişte olduğu gibi...

Peki! Biz, "İslamiyet’te Savaş ve Barış" ı kısaca nasıl tanımlayabiliriz? Dünya tarihinde savaşları incelediğimizde savaşların zaman içerisinde nasıl değişiklikler gösterdiğini görüyoruz, her savaşın temelinde ise var olan tek şey "güç istemi" dir. Tabii burada gücün şekli de önemlidir, ben konumuz İslam olduğu için hepimizin çok fazla duyduğu bir kelime olan "Cihad" kavramından bahsetmek istiyorum. "Cihad" kavramı Kur`an`da sadece fiziksel olarak, savaş üzerinden çizilmez,  "Cihad"; tartışma biçimi öğretici şekillerde  ortaya konandır. Bu kelime, bir şey için çaba göstermedir ve Tanrı için gösterilen özveride de bu kelime Kur`an içerisinde çerçevelenir, yani "Cihad" hemen savaşa gidilme anlamında kullanılmaz; islami savaş, adaletsizliğe karşı verilen savaşlardır. Biz burada "Cihad"`ı içsel ve dışsal olarak ayırabiliriz; "dışsal cihad": askeri cihadtır ve "içsel cihad" ise içsel eğilimlere karşı verilen cihadtır. Yani dinsel mücadele, bireysel mücadeledir ve hukukla da uluslararası barış sağlanabilir. Mesela; Suriyeli yazar ve düşünür Cevdet Said (1931) bir söyleşisinde şöyle söyler "Cihad fikirle yapılmalıdır, silahla değil! ve şöyle bir örnek verir: "2.Dünya savaşı sırasında Japonya ve Cezayir işgal altında kalmıştır, Japonya teslim olurken Cezayir işgale karşı silahlı direnişi tercih etmiş ve bu direnişte Cezayir`in 2 milyon insani ölmüştür. Cezayir, hala seçimlerde Fransızların etkisi altında kalırken, halk  hür iradesini kullanamamaktadır. Japonya ise düşmanı olan Amerika`da kendi ürettiği arabaları en çok satan ülke olmuştur. İşte bunun nedeni Japonya`nın akli ve insani vasıflarını kullanmasıdır."

 Aslında sorulması gereken çok fazla soru var, bu konuyu İslam olarak sınırlamamın nedeni ise son günlerde yaşananlar, yoksa "Savaş ve Barış" kavramlarını daha önce başka alanlarda da incelendi, ama bazı kavramların yanlış tanımlanması insanlığı bugün olduğu noktaya getiriyor. İşte o zaman da üzerimize oynanan politikaların akışına kapılanlar asla başka bir göze sevgiyle bakamadan, tanıyamadan, dinleyemeden yok olup gidiyor... Şiddet, sözlü ya da fiziksel her inanıştan, düşünceden, ırktan insanlar için kendini ifade edemeyişin göstergesiyken, düşünme, tartışma, tanıma, dinleme zor olan, ama insanlık adına atılmış büyük adımlardır. Daha önce özgürlük için yürümüş, ırkçılık için kurulan kamplara gitmiş, akademik çalışmalara katılmış, çeşitli ülkelerden insanlarla ayni ortamda yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim ki: her şeyin başı "sevgi". Uğruna öldürdüğünüz, öldüğünüz, taciz ettiğiniz inanışlarınızın özünde  de olduğu gibi...
Ergül Akyürek

Not:
- Cevdet Said, bence  okunması ve üzerine düşünülmesi gereken bir düşünür ve yazar; ilgisini çekenler için birçok eseri  Türkçeye çevrilmiştir.
- Daha önce çektiğim fotoğraflar bunlar olduğu için bu fotoğrafları kullandım ama her fotoğraf  adalet adına, ırkçılığa karşı  yürüyüşlerden, kurulan kamplardan fotoğraflar. Zaten en başta da konuşmaları yabancıların içinde yaptığımızı belirtmemin nedeni buydu, bazı söylemler tamamen politik ve her ülkede olduğu gibi bu politikaları göremeyen insanlar olabiliyor, bundan dolayı da bazı insanlar genellemelerin içerisinde zarar görüyor. Bence önemli olan kendini anlatmaktan vazgeçmemek...
- Son olaraksa söylemek istediğim şeyse su, dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım bir başkasının canı acıdığında canımızın acıması gayet insani bir duygu, canımız acıtıldığında da canımızı acıtana kızmamız da insani bir duygu. AMA kurduğumuz AMA’ ların "öldürdüm AMA", "dövdüm AMA" ların insani olduğunu düşünmüyorum.

22 Kasım 2014 Cumartesi

DÜNYALI (HATAY)


Bir ara "Dünyalı" (The Man From Earth) adında bir film izlemiştim. Filmdeki karakter John 14.000 yaşında bir Tarih Profesörüdür. Ve 14.000 yıl boyunca dünyada birçok şeye şahit olmuştur. Gerçekten hem düşündürücü, hem de insanı hayallere sürükleyen bir film. Gerçi bu karakter gerçek olsaydı ve ben o olsaydım o kadar yıl yaşamak nasıl olurdu bilemiyorum ama hayal ederken baş döndürücü olduğu kesin… O zaman gittiğim yerlerle ilgili hayaller kurmaz, “dünyayı gezip, bitirmeye bir ömür yetmez” de demezdim, diyemezdim; medeniyetlerin kuruluşlarından tutun da, ilk yazının bulunuşuna, kanunlara kadar her şeyi en başından görürdüm, dinlerin doğuşlarına şahitlik eder, tarihe yön vermiş isimlerle tanışırdım; Sokrates ile sabaha kadar konuşur, Michelangelo, Davut (David)´a can verirken yanında olur, sadece susardım, Beethoven`a yaşadığı dönemde komşu olur “içindeki o güzel ses o kadar yüksek ki, kulakların sadece dışarıdaki sıradanlıkları duymuyor” der her akşam yatmadan önce dinlediğim “ayışığı sonatı”nı ondan dinler, Marx ve  Engels  Paris`te tanıştığında ben de onlara katılırdım, ne de olsa Darwin ile 2 yıl aynı gemide yolculuk etmiş, notlarını benim yanımda tutmuş olurdu, Heidegger`i ise siyasi görüşleri için çok sert eleştirir, aşkının peşinden gitmesi için yüreklendirirdim…. Hayal edin! daha neler neler…
Savaşlar, dostluklar, barış, insanlar, kültürler, aşk, politika, sanat… İnsanlık tarihi acılarla dolu olsa da , güzellikleri de içinde barındıran bir dünyada yaşıyoruz; savaşları çıkaranlara rağmen barış tohumlarını eken yine bizleriz… İste Hatay, barışın en yoğun hissedildiği,  belki John gibi değil ama ortalama insan ömrüne sığdırılması gerekilen, dinlerin kardeşliğinin yaşandığı, yaklaşık 10 yıldır gitmek isteyip de her seferinde bir sorun çıktığı için gidemediğim -iyi ki de su dönemde gittiğim- güzel ülkemin en güneyinde, topraklarından bereket, barış, dostluk.. fışkıran harika bir şehir. Hemen hemen tüm Türkiye`yi gezdiğim için şehirler arasında az çok değerlendirme yapabiliyorum, her seferinde söylüyorum hiçbir zaman bir yeri başka yerle kıyaslamam ama Hatay`da özel olan bir şey var, oradayken kendinizi hem farklı bir ülkede gibi hissediyorsunuz, hem de her yere asılmış Türk bayrakları, Atatürk`ün fotoğraflarıyla kendinize geliyor “Evet, burası Türkiye” diyorsunuz. Cami, kilise, musevi havrası yan yana olması dışında, insanların “biz tek bir Tanrı’ya inanıyoruz, hepimiz kardeşiz” sözleriyle hoşgörüyü çok yoğun hissederken, din kavgalarına bir kez daha anlam veremiyorsunuz… Esnaf dokusunu hiç bozmadığı için taburelerde kasapta kebabınızı, tarihi künefecilerinde tatlınızı afiyetle yerken kendinizi şehirle bütünleştiriyorsunuz, zaten emin olun halkı sizi kendilerinden biriymiş gibi hissettirmek için ellerinden geleni yapıyor…

Bunun en büyük göstergesi de bizim için Nida abla oldu, Nida ablalarla 20 dk ayak üstü konuşmamıza rağmen akşam bizi kilise avlusuna bakan 150 yıllık konaklarına davet edip harika Antakya mezeleriyle ağırlayıp, şaraplarımızı yudumlarken  bize eski Antakya`yı farklı dinlerden komşularını, aralarındaki ilişkileri, yanlarında çalışan Suriyelilerin orada olmasıyla, Suriye meselelerini tartışmamızı en güzeli de fikirlerimin %90 değişmesini sağladılar… Hayatta en sevdiğim şeylerden biri bakış açımın değiştirilmesi, bildiklerimin bilmediğim olup, öğrenecek daha çok şeyim olduğunu görmektir… Gerçekten bazı şeyler hakkında yorum yapmak için oraya gidip, insanların gözünün içine bakarak aynı sofrada oturmak gerekiyor, acıları da teknoloji üzerinden yaşadığımız için her şey bir anda uçup gidiyor, hal bu ki bir kez acı dolu göze bakarsanız insanlar arasında oluşturulan uçurumların nasıl köprülere dönüstüğünü görebilirsiniz…  Eminim John gibi olsaydım da her şeyi yaşamaya, herkesi tanımaya fırsatım olmayacaktı, o yüzden şu kısıtlı ömrümde isteğim görebildiğim kadar yer görüp, insan tanımak; teknolojinin uzaklaştırmalarına, politikaların ayrıştırmalarına rağmen  pes etmeden yıkılan köprüleri tekrar tekrar kurmak… Çünkü; barış, herkes için geçerli olduğunda değer kazanır… Hatay da, barışın sevgiyle korunduğu, köprülerin temelinin yüzyıllar öncesinden gönüllerde atıldığı,  gelecek adına  umut veren… benim güzel ülkemin güzel şehri.


Ergül Akyürek


ANTAKYA LAHDİ: “Tarihte “Sidemara tipi” lahit grubuna girmektedir. Bu dar yüzündeki kapı ölüler dünyasının kapısını temsil eden bir kapı ve kurban edilecek olan bir boğa figürü yer alır. İki tarafında ise biri kadın bir erkek olmak üzere iki insan bulunur. Kadının bakışları hüzünlüdür, sakallı erkekse elinde kabı ileriye tutarak büyük ihtimalle ateşi canlı tutmaya çalışıyordur.”


“Antakya lahdinin bu yüzünde büyük ihtimalle gençlikten yaşlılığa giden evreler anlatılmaktadır. Yani bir tür vedadır.”


“Lahitin bu yüzünde 5 tane figür bulunmaktadır. Burada bir av temsil edilmiştir. Saha kalkan atın üstündeki süvari aslana saldırmaktadır. İki yanındaki figürler ise onun yardımcılarıdır.”


“Burada ortada genç bir kız figürü vardır ve başına sardığı himationunu onun yas içinde olduğunu gösterir. İki yanında ise pelerinli erkek figürleri bulunmaktadır. Lahidin içinde 1 erkek iki kadın olmak üzere 3 erişkinin iskeleti çıkarılmıştır.”


 (Sarhos Dionysos Mozayigi M.S. 2. YY.)


                                                             Soteria Mozayiği M.S. 5. YY.



                                                                                    Uzun Carşı












29 Eylül 2014 Pazartesi

VÜCUT VE FELSEFE


                                         

Ben, kalabalık bir ailede büyüdüğüm için ablalarım ile, kuzenlerim ile çok güzel oyunlar oynardık. Mesela her sene mutlaka tüm aile bireylerine gösteriler hazırlardık; kurardık bir sahne, oturturduk büyükleri, değişik piyesler canlandırırdık... Üniversiteye gittiğimde ise tiyatro klüpleri beni çok tatmin etmeyince, ben de Ankara`da okumanın avantajlarından faydalanıp oldukça fazla oyun izlemiştim. Buraya kadar yazdıklarım "küçükken kendinizi nasıl hatırlıyorsunuz" sorularına verilen cevaplar gibi olmuş ama burada anlatmak istediğim sevdiğim bir alanın yurt dışına gittikten sonra nasıl farklı bir algıya dönüştüğü, biraz da kafalarımızdaki kalıplaşmış felsefe düşüncesini değiştirmek, benim tanışmaktan keyif aldığım isimleri tanıtıp, en azından nasıl çalışmalar yaptıklarını kendimce ortaya koyabilmek... O yüzden bu yazıda yurt dışında yaptığımız bir deneysel çalışmadan ve benim çalışmalarını beğenerek takip ettiğim Renè Pollesch`den bahsedeceğim. Biz, bu çalışmada onun tiyatro oyunu olan "Schmeiß Dein Ego weg!" üzerine inceleme yaptıktan sonra o bizim çalışmalarımıza katıldı ve kendisiyle söyleşi yaptık. Aslında ben bu oyunda da yer alan Martin Wuttke`ye de hayranımdır, Renè Pollesch ile çok güzel çalışmalar yapıyorlar, bir de yaptıklarını neyin nasıl ortaya çıktığını kendisinden dinlediğimde daha da hayran oldum diyebilirim. Ama öncelikle bizim yapmak istediğimiz şeyi kısaca anlatmak istiyorum: Felsefe tarihine baktığımız zaman "düşünce" figürünün ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. "Vücut" ise felsefe için her zaman bir problem olmuştur, yani "Vücut" felsefe için bazen unutulmuş olan bazense hayalet olandır. Bati felsefesi Platon`dan beri düşünceyi irdelemeyi sevmiştir... "Ben kimim?" sorusu ise her zaman felsefenin temelinde yer alır... Peki! burada bahsedilen "ben" acaba nedir? yani buradaki ben "subje" ve "obje" kenetlenmesinin şekli midir? ya da felsefede sorulması gerekilen ""Reel" olan nedir?" sorusu mudur? Mesela, Hegel`e göre gerçeklik "Mutlak Tin" olarak açıklanır ve bu tin de hem us, hem de ruh olandır ve kendini tarih içerisinde ortaya koyar.
Heidegger`e geldiğimizde ise durum değişir ve o "Sein und Zeit" yani "Varlık ve Zaman" kitabında insanı "Dasein" olarak tanımlar ve ontolojik olarak ortaya koyar. Heidegger`den hareketle de deneysel çalışmada amacımız, düşünce ve vücudu felsefe ve tiyatroyu, düşüncenin fizikselliğini sahnede ortaya koyabilmekti. Tabii biz bunu birçok performanstan tutun da sahne okumalarına kadar çoğu gösteride yapmayı denedik ama bu çalışmada temel eserimiz "Schmeiß Dein Ego weg!" ve asıl konuğumuz ise Renè Pollesch`di. Renè Pollesch, 1962 yılında dünyaya gelmiş, Alman oyun yazarı ve rejisördür, genel olarak çalışmalarında ise enstrüman olarak felsefe metinlerini kullanır... Bir eserinde Nancy`den cümleler duyarken, başka bir eserinde Agamber`in cümleleri vardır. Zaten kendi de bu durumu şöyle açıklıyor "Amacım sadece seyirciye lezzet vermek değil, başka bir sorunun peşinden gidebilmek, yeni bir arayışın içine, yeni bir heyecanın içine girebilmektir..." Ki emin olun bu cümleleri kurarken gözündeki ışık, sesinde bitmeyen heyecanının içsel tınısı, hem görülebiliyor, hem duyulabiliyor, hem de hissedilebiliyor... Bizler, belki önümüze koyulanlardan dolayı belki de şartlardan kaynaklı genel olarak dünyada popüler olmuş oyuncuları, yazarları...vs. takip ediyoruz, ama bu bahsettiğim isimler de gerçekten çok başarılı ve takip edilmesi gerekilen kişiler...

Mesela, Christoph Schlingensief diye bir isim var (bu adam nasıl anlatılır bilmiyorum, 2010 yılında kanserden öldü ama hastalığı boyunca hiç pes etmeden üretmiş, sıra dışı bir adam.) kendisi hasta olduğu dönemde Martin Wuttke ile çalışmış ve bu çalışma sırasında Martin bir akşam ona şu soruyu sormuş: "insanlar nasıl ölmeli?" Tabii dururlar mı hemen sahnede provalarını yapmaya başlıyorlar, ama insanların bu durumu anlamadıklarını fark ediyorlar ve Christoph`un sahnede ölümü tamamen sıradan bir ölüm olarak görülüyor. Bizim incelediğimiz "Schmeiß Dein Ego weg! "`in bir yerinde de oyuncu şöyle söylüyor "Başkasının ölümünü biz bizim dışımızda buluruz" Yani bu dışında olma durumu, dışarıda ortaya çıkar. Vücut burada yoldur, geçittir... Biz bu örneği Heidegger`de bulabiliyoruz: Ona göre insan öleceği üzerine düşünceyi başkalarının ölümünden anlar ama aslında ölüm bizim özümüze ait olandır. Ama bizim dışımızdaki insanların, tanıdığımız ya da tanımadığımız insanların, her gün ölüyor olması bizde ölüm tecrübesini gündelik gibi görmemizi sağlıyor. Yani sahnede "ölüm" gerçekleştirildiğinde bu anlık gündelik bir şey gibi algılanır, ama bu kişinin özüne ait olandır, bir tecrübe değildir. Çünkü insan bir kere ölür. O zaman buradaki sorulması gereken soru şu mudur: "Biz gerçekliği nasıl belirleriz?" ya da şöyle söyleyelim "tiyatroda gerçekliğin, bunu göstermenin limiti nedir?" "oyuncu bir cümle kurduğunda, tiyatro vücut üzerinden gidebilir mi?"


Sorular çok, ama emin olun Pollesch`de de cevaplar çok... Pollesch, Münih`te Martin ile birlikte bir oyun sahneye koyuyor ve belirli bir anda provalar yapılırken akıllarına "göstermenin sınırı" cümlesi takılıyor ve Nancy`nin „Nach der Tragödie“ kitabı kafalarındaki beliren sorulara cevap bulmak için yardımcı oluyor. Biz, sürekli tiyatroyu "aşk ve ölüm" üzerine incelersek kayıtsız bu konuya teslim olup tiyatronun gerçekliğini trajedi, trajik aşk hikayeleri... diye belirleriz... Mesela, "Romeo ve Juliet" sürekliliği olan bir aşk mıdır? ya da bu gerçekten anlatılabilir mi? ya da her düşünceye göre bu hikaye bir evrensel ask hikayesi midir? bu bir kısım seyirciye göre heteroseksüel bir aşk hikayesiyken, başkasına göre değildir... o zaman neden evrensel olmalıdır? Yani anlayacağınız tiyatro her zaman "aşk ve ölüm" `e yenik düşüyor... Aslında Renè Pollesch`in yapmak istediği şeylerden biri de tiyatroda yanlış bulduğu, problem olarak gördüğü kavramları sahnede yaptığı deneysel çalışmalarla aşabilmek. Bundan dolayı da "Schmeiß Dein Ego weg!"`de alışılmışın dışına çıkarak vücut ve içsel eğilim, içselliği ve dışsallığı sahnede çözümlemeyi deniyorlar.

İşte biz bu düşünceyi de Nancy`nin "Corpus" kitabında görebiliyoruz. Nancy de bu kitabında, ruh ve beden, içinde ve dışındalık, beden ve duygu ikilik birlikteliğini vücut üzerinden çözümlemiş, vücut üzerinden öğrenmeyi bize sunmuştur.
- Peki, "bu tiyatro oyunu, düşüncenin olmadığı bir tiyatro oyunudur" diyen Pollesch için tiyatroda "Vücut" mu "Düşünce" mi önemlidir?
Felsefe açısından baktığımızda biz "Vücut" u yeniden formüle edebiliriz, bunu burada yapmayı deneyebiliriz... Ama tiyatroda vücut olmadığında düşünce önemlidir... Çünkü seyirci "Vücut" üzerinden düşünceyi çizmek zorundadır ve sahnede insanın iç dünyası da dışarıdadır... içinde değil! Biz dansta gösterileni görüyoruz, çünkü dans eden vücut vücuttur ama tiyatroda gösterilen konuşmayla karşı karşıya geldiğinde "vücut" yabancılık hissediyor... Yani "Vücut" yabancı kaldığı konuşmayı benimsemek zorunda kalıyor. Zaten textler de bu yabancılıktan yola çıkarak inşa ediliyor... İşte felsefi metinler de burada bizlerin yardımına koşuyor... "Schmeiß Dein Ego weg!" `in bir yerinde Martin söyle söylüyor: "İz düşüm olarak insanlar konuşmayı ileride herhangi bir vücutta kabullenebilir ya da bu konuşma, ses olarak buradan buraya görülebilir, bu vücudu belirtmeyi, iz düşümünü çizmeyi dener (...) konuşma vücudu belirtmeyi dener. Evet, burada kim konuşuyor?(...) Ruh ve vücut aynıdır, birdir! ruh ve dudak aynı, birdir! bu daima vücuttur! o da burada (...)" İste Pollesch bu oyunda bu konuşma ve beden arasında meydana gelen yabancılığı ortadan kaldırmayı deniyor, çünkü burada seyirci koltuğunda oturan sadece seyirci değildir oyuncu da o koltukta oturmak zorundadır! Pollesch`in hazırladığı başka bir oyun olan "Zuhause-Hotels"`de ise konu bir otelin etrafında gelişiyor... Bu otelde "bir yer" satıştadır ama aynı zamanda da "evde olma hissi" de satışa sunuluyor. Ve şöyle bir cümle kuruluyor: "ben benim hayatımın en güzel deneyimini satın aldım" Yani ben benim hayatım için önemli bir deneyimi para ile yaptım. Şimdi burada bir otel var ve deneyimsel bir alan oluşturuyorsun, birden bire arkadan bu cümle geliyor: "ben bunu satın aldım" İşte bu tiyatro için bir problemdir! Bundan dolayı da Pollesch kalıpları kırarak isyanını vücutla yapıyor. Ona göre tiyatro yüzeyin tiyatrosu, hislerin yüzeyde oluşudur...

Bu düşüncesini ise yine "Schmeiß Dein Ego weg!" in bir kısmında şöyle belirtiyor: Martin; "Aşkım, Aşkım... senin ellerin benim içimde... Bunlar da dışarıda ve bu görülebilen, bu bir problem! Benim içtenliğim görülebilir, çünkü benim hazinem burada işte tam karşında o benim vücudum! Ben hislerimi söylediğimde bunları sadece vücudum ile söylerim, içeride değil! Sen, sana drama anlatılsın istiyorsun ama üzgünüm vücut dışarıda... Vücut, duygudur; duygu da vücut ve o da dışarıda. Biz onunla ilişki içindeyiz ve onunla devam ederiz çünkü o dışarıda"  İşte biz bu oyunda geçen cümleler olsun, verilmek istenilen fikirleri olsun hepsini felsefe tarihinde bulabiliyoruz... Bir yerde Nancy`den sözler bulurken bir yerde ise sahnede Heidegger`in geliştirdiği teorilerin nasıl vücut bulduğunu, ustalıkla kurulmuş sahne dekorundan tutun da oyuncuların profesyonelliğine kadar her noktada görebiliyoruz...

Oyun uzun, senarist çok dolu ve yaptığı isi keyifle yapınca söyleşi bende 30 sayfayı bulmuş; dinlemek, izlemek, tanışmak ise hem şans, hem de büyük bir keyif... Düşünsenize bir gün babaannenizin evinin merdivenlerine akrabaları, komşuları oturtup piyesler yapıyorsunuz, sonra öyle bir an geliyor ki iste onun tarifi de  bende yok...
Ergül Akyürek

Not: - Yukarıda da belirttiğim gibi çalışma çok uzun, blog yazısı olabilecek bir yazı değil çünkü bu çalışmaları günde bazen 13 saat çalışarak, saatlerce süren ön hazırlıklarla yaptık. Ben yine de elimden geldiğince Pollesch`i tanıtmaya çalıştım, umarım ilginizi çekmiştir...
- Özellikle Heidegger`den ve Nancy`den kafa karıştırmamak, biraz da temel bilgi istediği için çok behsetmedim ama bu oyun için özellikle Nancy`nin "Corpus" kitabı önemli bir yer tutuyor.
- Konuyu bildiğim için biraz oradan oraya geçmişim gibi görünebilir ama emin olun adam çok dolu, deneyim de çok olunca toparlamak çok zor oldu...

- Konu gerçekten çok derin, zaten projeler böyle oluyor o yüzden ben genel olarak bahsedip, tek bir noktayı ele almayı deniyorum... Ama Pollesch sayesinde o kadar çok yeni isim tanıma fırsatı buldum ki ... Mesela, bu ara sürekli çalışmak zorunda olduğum için uzun saatler masa başındayım ve masamın manzarası da büyük bir caddeye bakıyor... Pollesch sayesinde tanıdığım Fransız dans teorisyeninin denediği bir çalışmayı, yapmam gerekenleri yaparken, dışarıyla aramdaki cam sayesinde  deneyimleyebiliyorum... Vaktim olursa hem  bu çalışmayı, hem de benim deneyimimi başka bir yazıda yazmak istiyorum...

- Ben burada su oyun, bu kitap, bu filozof diye yazıyorum ya... emin olun birçok şeyi ben de isin içindeyken öğrendim. Yani adamlarda zaten çok iyi bir altyapı var ve her şeyi o kadar güzel ilişkilendiriyorlar, "onu da yaptık, bunu da yaptık" diye anlatıyorlar ki... ben şu konuşmadaki verilen örnekleri tek tek yazsam gerçekten şaşırırsınız; bir saat içinde bir sayfa bilmediğin kitap, tanınması gereken isim, izlenmesi gerekilen oyun listesi çıkarıyorum ve tam temeli oturttum derken öğrendiklerimin bir damla bile etmediğini görüyorum... Sanırım işin en keyifli yanı da öğrenmenin hiç bitmediğini gördüğünde  başlıyor...