Avusturya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avusturya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2013 Perşembe

VIYANA`DA BİR GÜN




  Geçen gün, İstanbul`dan misafirim geldi. -Eh misafir de zevklerine göre kategorilere ayrılıyor.. Bazısı sadece şehri görmek, bazısı alışveriş yapabilir miyim? düşüncesiyle, bazısı da hepsini birlikte yapabilmek için geliyor. Aslında Viyana, alışveriş için ideal bir şehir değil. Buraya ilk geldiğimde, Almanca kursundaki hocam şöyle söylemişti: – Biz, küçük yaşta 10 euroluk şeye 100 Euro vermemeyi öğreniyoruz, bundan dolayı da markalı ürünleri tercih etmiyoruz.. demişti. Zaten yeni dünya düzeni öyle bir hal aldı ki, her yerde artık her şeyi bulabiliyorsunuz…
Eğlence için geliyorsanız da pek doğru bir tercih olmayabilir, burası oldukça sakin bir şehir ama yine de herkese uygun bir şeyler bulunabilir. İstediğiniz ise, parklarda şarabınızı yudumlarken kitap okumak, birbirinden güzel tarihi binaların içinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip ünlü kahve evlerinde kahvenizi içmek ya da kıyısından köşesinden sanatla ilgileniyorsanız,Viyana doğru seçim diyebilirim; Viyana`da sanata, sohbete, felsefeye, tarihe, parklara, kahvelere… doyamayabilirsiniz. Hele ki son dönemlerde Modern Sanat üzerine yapılan çalışmaları ve okul sistemlerinde yapılan pratiğe dayalı eğitimiyle de ( burada akademiye çok önem veriliyor ve sanatsal çalışmalar akademik paralellik içinde sürdürülüyor) klasik görüntüsünün yanında yeniliğe açık olduğunu da göstermeye başladı.
Gelen misafirim de sanat ve tarihle ilgilendiğini söyleyince, bir günlük geldiği Viyana`ya, ilk olarak Viyana Sanat Tarihi Müzesi`ni gezerek başladık. Bu Müze, 1891 yılından beri etkin, sadece 2012 yılında 1.351.940 kişi tarafından ziyaret edilmiş; dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Ben bile iki kere gittiğim, hatta ikinci gittiğimde dersime çalıştığım halde yine de kaçırdığım şeyler var, üçüncüde bitirebilmeyi umut ediyorum.


                                                                                     Viyana Sanat Tarihi Müzesi



29 Mart 2013 Cuma

BİSİKLETLE YAŞAMAK


                                 

Bisiklet, her ne kadar hayatımın vazgeçilmezleri arasında olsa da, zaman zaman hava şartları hayatımdaki yerini değiştirebiliyor. Havaların düzelmesini beklediğim şu günlerdeyse tekrar gündemimi meşgul etmeye başladı bile..
Geçtiğimiz yıllarda Avusturya`nın belirli bir kısmını Nazlı ile birlikte bisikletle gezmiş, beklenmedik maceralar yaşayarak etrafımızdakileri oldukça korkutmuştuk, kendimden hiç söz etmiyorum bile; uçurumdan yuvarlanma tehlikesi, Tuna nehrine düşme tehlikesi, gece ormanın içinde hiçbir malzeme olmadan karanlıkta bisikletle kalma, kaybolma, çanta kaybedip polislik olma, tanımadığın insanlarda kalma, ana yolda karşıdan gelen arabanın üstüne bisiklet sürüp belirli boşluklarda durarak yolunu bulmaya çalışma… 
Tabii ki bunlar, yolda olan insanların başına gelebilecek olası  durumlar. Zaten bisikletle uzun yolculuk yapmak öyle bir şey ki; bir kere başladığınızda  aklınız tüm tehlikelere rağmen yollarda oluyor…  O an vücudunuz sizden bağımsız çalışırken, zihniniz de  farklı tecrübeler yaşıyor. Yolun neresi olduğunu nereye çıkacağını bilmeden pedallara basıyor, bilinmezliğin güzelliğini yaşıyorsunuz; bir kasabaya, şehre girdiğinizde ise tanımadığınız insanların bakışları sorularıyla baş başa kalıp, yabancının gözünden kendinizi görüyorsunuz. Yani, yer yer yabancı, yer yer yolcu, yer yerse dünyayla bütün olmuş, isimsiz biri. Kısaca bisikletle yaşamak, bazen yeniyi, bazen yabancıyı, bazen doğayı, bazen tehlikeyi, bazense kendini keşfetmektir!

Ergül Akyürek





22 Ocak 2012 Pazar

BEETHOVEN`A KOMSU OLMAK



Sabahın erken saatlerinde bir adam, siyah, uzun pardösülü, gri saçları omuzlarına düşmüş, keskin bakışlı, Viyana'nın Arnavut kaldırımlarında mırıldanıyor, elinde not defteriyle... Sokaktakilerse onun bakışlarıyla karşılaşmamak için kenarlara çekiliyor, aralarında fısıldaşıyor, "O, Ludwig van Beethoven", sanki duyabilecekmiş gibi… O ise çevresindekilerle ilgilenmeden  eve ulaşmanın telaşında, güçlü, uzun adımlarla yürüyordu. Evin önüne geldiğinde ise bana bakacakmış gibi hafifçe kafasını çevirdi, bir süre sonra vazgeçerek evinin kapısından içeri girdi. "Dönse beni görebilir miydi?" diye düşünüyordum ki, penceresinden benim olduğum noktaya baktığını gördüm.

-Kaç kere oradan, buraya bakmıştı?
-Bakarken neler düşünmüştü?
-Ben kaç kere o pencereye bakıp, onu düşünmüştüm?

İşte Beethoven'a komşu olmak; onun yürüdüğü yollardan yürürken onu hayal etmek, evinin önünden geçerken penceresinde ışık var mı diye bakmak, demek. Düşünsenize bir de o dönemin Viyana'sında yaşadığınızı ve o dönemde ona komşu olduğunuzu... Boşuna dememişler, "Ev alma, komşu al" diye. Üşenmez her gün pasta, börek v.s. yapıp, "Bu da komşu hakkı, kokmuştur" diyerek kapısına dayanabilirdim. O nasıl bir tepki verirdi, orasını düşünemiyorum. Neyse ki benim bu yüzyıldaki komşum da fena piyano çalmıyor. Tabi ben size bu yüzyıldaki değil; birkaç yüzyıl önce burada yaşamış komşumdan söz edeceğim. Ki Beethoven bize hiç de uzak bir isim değil; çocukluğumuzda ilk öğrendiğimiz melodi, birçoğumuzun teneffüs zili, onun 9. Senfonisi'dir. Daha fazla yakına gelmeden anılarımızda yer  alan bu melodinin sahibi müzisyenin, aynı zamanda sevgili komşumun, ilginç yaşamından bahsetmek istiyorum.  


Ludwig van Bethoven'in yaşam hikayesi, 16 Aralık 1770 yılında Almanya'nın Bonn şehrinde, hasta bir anneyle, müzisyen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Babasının müzisyen olmasının etkisiyle çok küçük yaşta yetenekleri fark edilen Beethoven, dört yaşında babasından piyano dersleri alır. Baba Beethoven, alkolik ve elinin ayarı olmayan bir adam olunca bu derslerde Beethoven'a şiddet uygulamaktan hiç çekinmez ki küçük Beethoven daha dört yaşında ufacık elleriyle saatlerce ağlayarak piyano çalmak zorunda kalır. Sekiz yaşına geldiğinde ilk halk konserine çıkan Beethoven, büyük bir başarı sağlayarak "Harika Çocuk" adıyla anılır. Bundan sonra Beethoven'in müzik eğitimi daha da artırılmış, on yedi yaşındayken hocası, C.G. Neefe, "Benim artık sana vereceklerim bu kadar. Sen biraz da Viyana'ya git ve Mozart'la çalış" der. O dönemde Viyana da Viyana, yani müzik önemli yer tutuyor, Viyana üslubu tüm Avrupa'ya yayılmış  durumda. En büyük temsilcilerinden biri de Mozart… Tabi bunu duyan Beethoven umutlarını bavula koyup Viyana'nın yolunu tutar. Mozart'a ilk çaldığında, Mozart; "Bir gün bu çocuğun adını bütün dünya öğrenecek. Çünkü o bir deha!" der. Beethoven tam sevinmişken annesinin hastalığı işleri karıştırır ve umutlarını bırakıp Viyana'ya "Hoşça kal" der ve tası tarağı toplayıp Almanya'ya geri dönerek, ailesinin sorumluluğunu üstlenir. Ama adam olacak çocuk her halinden belli, Mozart'tan da aldığı övgüyle, orada olduğu süre içerisinde güçlü dostluklar kurup başarılarıyla ismini duyurur.
1792'ye gelindiğinde dönemin ünlü müzisyenlerinden Haydn, onun çalışmalarını beğenir ve onu Viyana'ya davet eder. Beethoven için Viyana kapıları tekrar açılır. "Hoşça kal" dediği Viyana'ya bir daha "Hoşça kal" dememek üzere, elindeki bavuluyla tekrar "Merhaba" der ve ölene kadar Viyana'da yaşar. Bu arada tarihler dikkatinizi çektiyse bizim komşu, klasik dönemin en ünlü isimleriyle çalışmakla kalmamış aynı zamanda 1789  Fransız İhtilali'ne on dokuz yaşında tanıklık etmiştir. İhtilalin  özgürlük anlayışına ve Napolyon'a -Avrupa'ya özgürlük getirdiğini düşündüğü için- hayranlık duyan Beethoven, bu etkileri  müziğine yansıttığını, özellikle orta yaş dönemindeki bestelerinde görebiliyoruz.

21 Ekim 2011 Cuma

ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A



  


 
 
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca  yürüyorum, üzerindeki  kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum,  ayaklarım korkudan geri geri gitse de  içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda  tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla  kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor …   Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler,  ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve  her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum…  Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan  kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. 

Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi  Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem  kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne  bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz-  ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra  anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı,  2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık.  O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki  kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü         güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,   

 ÇÜNKÜ  dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim,  Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop   yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu   bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor. 


Tabii  nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa  büyük bir artı…  Zaten Avusturya´nın  Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar  oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de  "Slow Food da nedir?" diyorsanız:  "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve  bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA,  bu projenin içinde çalışıyor  ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.-  ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum -  ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor,  daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım. 


Bundan sonraki aşama  meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise  açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz   anlarımızın olması. 
"KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Ergül Akyürek











 





 

26 Ağustos 2011 Cuma

SOKAKTA SANAT VAR 2






13 Temmuz 2011 Çarşamba

SOKAKTA SANAT VAR 1





Tüm dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup, yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı. Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti. Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç sakınmıyor...
-Eh! Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini bile söyledi, "neden olmasın" deyip...


NEDİR BU GRAFİTİ
Öncelikle size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır. Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır. Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert 1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade ediyor :
"Hayat bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk; işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya başladılar.
Bizi isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.

Tabii yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....


Ergül Akyürek















Not:   - Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle  http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.
          

18 Ocak 2011 Salı

Guys and Dolls Müzikali

 


Gecemin gündüze karıştığı şu son günlerde hayatın akışına ufak molalar verip, derin bir nefes alıyorum. O molalardan bir tanesi de “Guys and Dolls” müzikali. Müzikalle ilgili anlatmak istediğim birçok şey var ama sınavlarımın yaklaşmasından dolayı şimdilik sadece müzikalden kareler  yayınlıyorum. Müzikali merak edenler için başrollerini Marlon Brando, Frank Sinatra´nın oynadığı” Guys and Dolls”  filmini öneririm.

Ergül Akyürek