Egitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Egitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2012 Çarşamba

WARIBASHI`LERİN UCUNDAKİ SİHİR (YOGA VE TANTRA FELSEFESiNDE VÜCUT)



Güzel bir Suşhi Restorantında Waribashi`lerimin arasından makim düşmesin diye uğraşırken kapıdan hintli bir adamın girdiğini gördüm, tabii ki o an onun son 2 ayımı meşgul edebileceğini, her gün saatlerce sesini duyabileceğimi   bilemezdim. Neyse fazla gizem yaratmadan hikayemize geri döneyim. Bu hintli, benim sadece kapıdan girdiğinde dikkatimi çekmekle kalmadı kendisiyle ilgili  kafamda epeyce  soru belirmesine neden oldu. Şöyle söyleyeyim, adamın çubukları tutuşundan, oturuşuna kadar bir farklılık vardı  - eh tabii ki bana ne ama ne bileyim işte kafam birine takılınca, başlıyor hikayeler üretmeye.- Neyse ben bu sorularla meşgul olurken, gideceğim yere yetişmek için  daha önce bloğumda yazdığım, philosophy on stage#3 `e gittim. Orada biraz oyalandıktan sonra, kafamın içindeki sorular tam uçtu gitti derken kapıdan aynı hintli adamın girdiğini gördüm, nasıl yani demeye kalmadan, bu esrarengiz adamın sunum yapacakların arasında olduğunu ve 2 gün boyunca bizimle olacağıı öğrendim. Adamı nasıl merak ettiysem, tüm sorulara cevap bulmak için ortam bulmuş  oldum. Neyse o, 2 gün, biz 4 gün orada vakit geçirdikten sonra projenin yazıya dökülmesi ile ilgili gönüllü bir teklif aldım ve bilin bakalım bana kimin konuşması denk geldi, bizim hintli Sriram. Ben tabii her şeyi kenara bıraktım, başladım kendisinin tüm konuşmasını tekrar dinlemeye, yani tamam dinliyorum ama o kadar çok hintçe kelime geçiyor ki arada artık pes etmeye başlarken ufak bir yardımla olayı toparladım  ve bir tanesi transkription bir tanesi  de makale olmak üzere konuşması üzerine bir yazı yazdım.  Tabii adamla uğraşırken günler de günleri kovaladı, ne yapacağım,  bu projeden geçmem lazım, sana takıldım Sriram, yaktın beni derken bizim organizasyonu düzenleyen Arno bana güzel bir haber verdi: böyle bir girişimden dolayı bu organizasyonda sadece bize geçer not vermekle kalmayacağını ders notu olarak yazılarımızın Viyan Üniversitesi Platformunda yayınlanacağını ve ileriki durumlarda projede de yazımın ismimle birlikte yer alacağını söyledi. Uzun zamandır iletişime geçmek istediğim bir isim olduğu için bu proje onunla aramda köprü oluşmasını da sağlamış oldu, hatta  stresli bir dönemimde hem kendi hem de asistanı bana oldukça yardımcı oldular.

Yani anlayacağınız bir öğlen yemeğinde karşılaştığım Sriram, gündemimi çok uzun süre meşgul etmekle kalmadı aynı zamanda sayesinde , tabii benim emeklerim de göz ardı edilemez , hem 30 a yakın ünlü isimden referans almamı,  hem de en önemlisi  yazımın ders notu olarak okutulmasını sağladı. Ben de  Sriram´ın  „Yoga ve Tantra Felsefesinde Vücut „ isimli konuşmasını   ufak tefek kırpmalarla bir de Türkçe olarak  sizlerle paylaşmak istedim; ama paylaşmadan önce Sriram´la ilgili ufak bir bilgi vermek istiyorum: Sriram 1954 yılında Hindistan´da dünyaya gelmiş, T.S.K Desikacher’in öğrencisidir. Yoga üzerine kitapları bulunmaktadır.

" Başlangıçta ARZULAR  vardı.  Ve arzu, etkiyi doğurdu. Sıfır, Biri arzuladı. Gereksiz eşyalar realiteyi yaratmayı arzuladı ve bu arzulanan  realiteye gerçeklik adı verildi ki,  bu  sadece insani ruhunun becerisiydi.  Hint Felsefesinde bu sıfır ve bir, boşluk ve gerçeklik birbirinden ayrılmamıştır. Etki bu yaratılmış rolleri, zıtlıkların içerisinde etkiler.  Oluş ve gerçeklik, sıfır-bir, kadın- erkek ya da içinde- dışında gibidir.  Onlar bu zıtlıkların içinde tatlı, bir huzurdadırlar ama bunlar fanidir. Tantra Felsefesine göre sen, senin üzerinden Shiva´yı ortaya çıkarıyorsun. İlk insan Adem olduğu söyleniyor ve Havva da öz. Adem onun arzusunu istiyor ya da onu arzuluyor. Ama o ,onu ortaya çıkaramıyor ve onun arzularının gücü onu bozuyor. Ve bu etki bugün hala devam etmektedir. Bugün dijital  dünya bu ikilikler üzerinden devam eder. Peki bu gerçeklik adını verdiğimiz varlık nedir? Biz bu varlığı tek tasarlayabilir miyiz? Biz varlığımızın zincirlerinden kurtulup, özgür olabilir miyiz?
Meditasyonun genel fikri, Hindistan´da başlamıştır. İnsan, ben kimim? , ben nereden geldim?  nereye gidiyorum?  güce sahip miyim? gerçeklik özgürlüğünü kazanmak için ben bu gücü elde edebilir miyim?  temel soruysa sonsuzluk tartışmasıdır. İnsan aslında hep huzuru arar. Ama bu huzur onun için hiçbir zaman devamlı değildir, sürekli arar, sürekli sorgular. Huzur her zaman içtedir, bilgiyse herhangi bir yerde dışardadır. Peki biz bu bilgiyi içerinin ve dışarının üzerinden nasıl elde edebiliriz? İşte bu da meditasyon fikrinin başlangıcıdır: 2 kuş  dalın üzerinde oturuyor. Bir tane kuş meyve yiyor, diğeriyse ona bakıyor. Yani bakan kuş ve etkin kuş. Biz bu iki kuş arasında nasıl bir bütünlük kurabiliriz? Ya da obje ve subje arasında nasıl bütünlük kurabiliriz? Bu soru başlangıçtır. Biz bu subje ve objeyi birleştirdiğimizde, genel yolu bulabileceğiz.  Shiva ise biz bu yolu ararken  kozmik dansına devam ediyor, hem içeride hem dışarıda, hem günde ham de aksamda, hem yazda hem de kışta aynı zamanda anın içinde karşıtlıkları buluşturuyor.

Ben meditasyon yaparken nefes verdiğimde başlangıcı bulmak istiyorum. Ben onu nerede bulabilirim? Kafamın içinde mi?  Kelimenin içinde mi?- Hayır, biz onu vücudun içinde bulabiliriz. Bu işte temel fikirdir, vücut burada önemli bir rol oynar; çünkü o başlangıcı ifade eder. Boğaz grubu içeride ve dışarının arasında hakiki  başlangıçtır. Ben yemek yerim, su içerim, su dudaklarımdan içeri gider.  Her şey boğaz grubunda başlar. Nefeste. Hava  mekandadır, bizim dışımızdadır, dudağımızda, ağız boşluğumuzda ama hava boğazımızdan içeri girdiğinde bize aittir artık o nefestir. Hava dışarıdadır, objedir; nefes içeridedir, subjedir.  Vücut, ruh için bozukluk değildir. Asla vücut  bir problem olarak kabul edilemez. Biz, düşünürler gibi vücudumuzla savaşmak zorunda değiliz. Yol her zaman vücudumuzun içinden gelmektedir. Onu yok saymak zorunda değiliz. Vücut ve ruh hiç bir zaman birbirinden ayrılmaz. Bu ayrım dualizmdir yani 2 kuş gibi, sıfır ya da bir gibi… Yol ise meditasyondur, Hint felsefesinin, yoganın yoludur. "
Ergül Akyürek

Not: Fotoğrafları  http://www.sriram.de/yogaweg/termine.shtml  adresinden aldım.

      

14 Aralık 2011 Çarşamba

WITTGENSTEIN`IN EVİNDE 4 GÜN



Geçtiğimiz yaz “Wittgenstein´ın Maşası” isimli bir kitap okumuştum, hatta bu ara bunu okuyorum başlığı altında bloğumda da yayınlamıştım. Kitabı okurken, her sayfasında her zamanki gibi “çok yanlış zamanda doğmuşum, çok..” diyerek derin – ah.. lar çekmiştim. Malum baba Wittgenstein sanayi kralı ve sanata düşkün olunca Wittgenstein’ların evi dönemin ünlü sanatçıları ve düşünürleri ile dolup taşmış ki bu kişiler arasında Klimt, Rodin gibi isimler var; gel de kıskanma!


Ama nasıl derin – ah… çektiysem, hayat döndü dolaştı hayatımda yaşadığım en güzel 4 günü, hem de Wittgenstein´ın evinde yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yaşattı. Çok karıştırdım, hemen topluyorum ve bu 4 günün başına gidiyorum; filozof ve film yapımcısı, tiyatro oyuncusu, dans teorisyeni olan ünlü üç isimden ders almaya basladım – of.. ünlü diye yazınca çok havalı oldu, dersin adı:  “Felsefe’nin Unutulmuş Vücudu”

Ama ders derken öyle amfide olan derslerden değil. Organizasyonlara katılıp, işin kıyısından köşesinden siz de programa dahil oluyorsunuz, sonraki aşamalarda da sahnede  devam ediyor eğitim, en son kısımda stüdyoya giriyorsunuz, yani kısaca eğitim okul duvarları arasında değil de Viyana´nın ünlü  mekanlarında gerçekleşiyor…


Bu mekanlarda:  düşünce ve vücudun, düşünce ve performansın, felsefe ve tiyatronun nasıl bir araya geldiğini, düşüncenin metafiziksel el kol hareketlerine itiraz ederek, farklı vücutlarla temas etmiş vücudun zorlukları aşıp, düşünceye, yazıya, söyleşiye nasıl yansıyacagını gösteren  çalışmaları ortaya koyuyorlar. Bizim de  ilk durağımız  Wittgenstein´ın kız kardeşine yaptığı, yani Tractatus´unu tamamladığı evdi. Ben açıkçası bu evde 4 gün boyunca günde 13 saat duracağım için çok heyecanlıydım, aslında bir nevi evde yaşamış da oldum. Bıraksalar Wittgenstein´ın kız kardeşi gibi yaşamamazlık da   yapmazdım gerçi hakkı  var, ev oldukça ağır, donuk  yani pek ev gibi değil. Zaten  tarihe bakınca baya bir badire  atlatmış kimseye yuva olamayınca da  Bulgar Derneğine verilmiş. Gelelim organizasyona yani  “Philosophie on stage #3 ” e. 


İlk gün eve gittiğimde girişteki mutfak kısmını görünce kendimi öğrenci partisine gelmişim gibi hissettim, görevliler ceşitli bölümlerden öğrencilerdi ve sürekli bir telaş vardı, Arno ise yani benim hocam kapıdan görününce ilk düşündüğüm şey buradaki öğrencilerden hiçbir farkı olmadığıydı, o kadar enerjik ve koşturuyordu ki yürüyüşünde bile kendine olan öz güveni belliydi. Erken gelenlerle selamlaştı ama bence o heyecandan kimseyi görmüyordu. Bu duyguyu ben de bilirim konuşurum ama konuştum mu bilmem, görürüm ama gördüğümü hatırlamam… Neyse yavaş yavaş diğer konuklarda gelmeye başladığında işin ciddiyetini o zaman anladım.

Kısaca özetlersem  Avrupa’nın değişik ülkelerinden, Amerika´dan, alanında ün yapmış 30 a yakın isminin önünde rejisör, senarist, sanatçı ve filozof yazan katılımcılar vardı. Ama en güzeli gerek paylaşımdaki cömertlikleri, gerekse incelikleri ile ünvanlarının çok üstündeydiler; sadece sevdikleri şeyi yapıp üretiyorlar, ürettiklerini ise paylaşıyorlardı, isimlerinin önündeki sadece bir formaliteydi. Şöyle ki, yeri geldi bilgilerini paylaştılar, yeri geldi dinleyici oldular, öğrenci ruhları hala devam ediyordu. Birlikte yemek yedik, kahve içtik, akşam içkilerimizi içtik, bir performanstan diğerine, bir odadan diğerine geçerken karşılaştığımız ” LUDWIG… LUDWIG…”  diye bağıran ruhun peşinden gidip, yere oturup onun gösterisini izledik; herkes çok doğaldı. Kullanılan teknolojiden hiç bahsedemiyorum, her şey çok profesyonelce yapılmıştı, yani bazen öğrenci partisinde gibi hep birlikte gençtik , bazense inanılmaz profesyonellikle hazırlanmış bir gösterinin içindeydik. Bazen sahnede bir Hintli: meditasyonu, Yogayı anlattı, bazense Avrupalı Japonya´da yaşamış bir profesör sahnede bilinç ve meditasyon üzerine gösteri yaptı. Bazen iç sesiyle konuşan bir adamın iç sesiyle söyleşini dinledik, bazense profesörler ölmüş filozofların yerine geçip  kulüp kurmalarını ve aralarında tartışmalarını…

Sürekli bir hareket vardı, ben bir ara herkes tiyatro salonuna indiğinde önceden planladığım gibi yukarı eve çıktım, kimse yoktu. Yatak odasında sessiz  film vardı, piyanonun başına oturup loş ışıkta sessizliği dinledim, evlerin yaşanmışlığını dinlemeyi her zaman sevmişimdir. Tabii bu sessizlik odada gösteri yapacak hocanın odaya pilot gözlükleriyle girmesi ile ikimiz için de ilginç bir hal aldı, daha önce evin içinde gözümün içine bakıp “bunun anlamı ne? senin adin ne?” diyen  bir ruhla da karşılaştığım için açıkçası bu beni pek de korkutmadı.


Son gece ise ellerim alkışlamaktan kızardı…  Kendi hocalarımın yaptığı tiyatro ile felsefenin birleştiği performans  çok başarılıydı. Felsefeye gelince  bence şu 4 günde sahnede çok güzel  VÜCUT buldu.
Ergül Akyürek


Not:
– Beni sorarsanız: medya, tiyatro, antropolojide eğitim görenlerle tanışma fırsatı buldum ki onlardan kıdemli olmamla onları oldukça şaşırttım, iç sesim ise “emin olun, derece üstünlüğüm sizinkinin yanında sadece görünür olan, benim sizden öğrenecek çok şeyim var”  dedi. Zaten kıdemin ne önemi var, her zaman her yerde öğrenen olmak eğer ki öğrenebiliyorsan en güzeli…
– Tabii “her şey çok güzeldi” diyorum ama şunu da belirtmek istiyorum. Almanca felsefe- sanat çok kolay bir şey değil, her şeyi yüzde yüz ana dilim gibi algılayamadım. Organizasyondan önce Modern Sanat üzerine Almanca kitap okumaya başladım ama yine de biraz afalladım… Zaten ana dilimde bile o kadar uzun süre felsefeye maruz kalsam algılayamayabilirdim,  birçok program gösteri şeklinde sunulduğu için daha rahattım. Neyse ki projeyle ilgili bir çalışma grubuna davet edildim, anlayamadığım ya da kaçırdığım birçok şeyi onlardan alabileceğim. Tabii o ortamlarda bulunduğunda sevindiğim kadar ülkem adına, kendi adıma  üzüldüğüm de çok şey var, bu konu uzun ve derin umarım başka bir yazıda ayrıntılı yazabilirim ya da konuşmak isteyenle her zaman konuşurum, tanıyıp tanımamam önemli değil,  mailime bir mesaj atmanız  yeterli… ( Burada olduğum süre içerisinde hiçbir zaman ülkemi, ülkeleri  farklı ülkelerle kıyaslamadım.  Kendi öz gelişimimiz için farklı insanlar ile  iletişime geçip, farklılıkları öğrenip eksikliklerimizin üzerine gitmemiz gerektiği kadar ülkeler için de aynı şeylerin geçerli olduğuna inanıyorum.)





– Fotoğrafları üzgünüm ki şimdilik dışarı  çıkarmıyorlar, proje dvd kitap haline dönüştürülecekmiş, ben de en son 2007de yapılan projeden ve gazetelerden bulduğum birkaç  fotoğrafı  bloğuma ekledim.






21 Ekim 2011 Cuma

ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A



  


 
 
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca  yürüyorum, üzerindeki  kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum,  ayaklarım korkudan geri geri gitse de  içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda  tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla  kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor …   Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler,  ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve  her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum…  Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan  kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. 

Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi  Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem  kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne  bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz-  ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra  anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı,  2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık.  O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki  kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü         güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,   

 ÇÜNKÜ  dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim,  Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop   yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu   bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor. 


Tabii  nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa  büyük bir artı…  Zaten Avusturya´nın  Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar  oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de  "Slow Food da nedir?" diyorsanız:  "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve  bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA,  bu projenin içinde çalışıyor  ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.-  ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum -  ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor,  daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım. 


Bundan sonraki aşama  meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise  açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz   anlarımızın olması. 
"KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Ergül Akyürek











 





 

13 Temmuz 2011 Çarşamba

SOKAKTA SANAT VAR 1





Tüm dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup, yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı. Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti. Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç sakınmıyor...
-Eh! Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini bile söyledi, "neden olmasın" deyip...


NEDİR BU GRAFİTİ
Öncelikle size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır. Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır. Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert 1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade ediyor :
"Hayat bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk; işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya başladılar.
Bizi isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.

Tabii yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....


Ergül Akyürek















Not:   - Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle  http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.
          

24 Mayıs 2011 Salı

YAŞAM BALOSU

Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar... Tüm dünya rengarenk. Etraf mitolojik kahramanlarla dolu, bugüne kadar okuduğunuz kitaplarda, izlediğiniz filmlerdeki kahramanlar etrafımızda, onlara dokunabiliyor ,konuşabiliyorsunuz. Herkes gülüyor, eğleniyor. Turistler bu hayali kahramanları anılarında yer etmek  için ellerinde makineleri ile bir yerden bir yere gülümseyerek koşturuyorlar, çocukların gülümsemeleri etrafa güzel nameler saçıyor, balonlar havalarda uçuşuyor… Bense kırmızı peruğumla bir orada bir buradayım, tanımadığımız birçok insanla gülüyoruz, birbirimizin gözlerine aynı amaç için bakıyoruz. Onların hatıra olarak çektikleri fotoğraflarda  bugünün anısı olarak yer alıyorum. Aslında Balo´nun davetlisi değilim, sponsorum yok ya da herhangi bir dernek üyesi değilim. Geceye renk katması için   taktığım bir peruk ise farkında olmadan  beni de etkinliğe dahil etti. Verdiğim poz sayısından hiç bahsetmek istemiyorum sadece bir kişiye  20 poz vermişimdir. Yani anlayacağınız hep birlikte, "sen şu millettensin. senin cinsel seçimin şu. sen siyahsın. sen beyazsın" demeden eğlendik, güldük…  Tabii bu Balo´nun eğlence kısmı dışında düzenlenmesinin de bir amacı var : `Life Ball` yani ´Yaşam Balosu  1992 yılında Viyana´da, Gery Keszler ve Torgom Petrosian  organizasyonluğunda, dünyanın büyük problemlerinden biri olan  AIDS ve HIV  ile mücadele için düzenlenen ulusal  yardım balosudur. Düzenlendiği yıldan itibaren  12 milyon Euro’nun üzerinde para çeşitli yardım kuruluşlarına aktarılmış. Hayatta  problemlerin  varlığını kabul edip bazen eğlenceyle harmanlanarak  yapılabileceklerin yapılabileceğine, Kötü demeden de insanların  bilinçlendirilebilir olduğunu düşünüyorum. Ve  yazımı,  Sharon Stone´nun 2007 yıllında  katılmış olduğu  Life Ball` ın  açılış konuşmasında söylemiş olduğu şu sözlerle  bitirip, susuyorum :
"Sizi bir kaç saniye sessiz kalmaya ve çevrenizdeki  insanları düşünmeye davet ediyorum "

Ergül Akyürek 

13 Nisan 2011 Çarşamba

AŞKTA VE SAVAŞTA FELSEFE

                                            

   

Dünya tarihi geçmişten bugüne kadar büyük ve sansasyonel aşklara tanıklık etmiştir. Bu aşklardan bir tanesi de birçok kitaba, tiyatro oyununa konu olmuş 20.yy ünlü filozoflarından Nazi sempatizani Martin Heidegger ile Naziler koluna sarı yıldızı taktıktan sonra “ailemle yaşadığım süre içerisinde Yahudi olduğumu bilmiyordum, şimdi öğrendim.’’diyerek özgürlüğü için Almanya´dan kaçmak zorunda kalan, özgürlüğün tutkulu düşünürü, siyasi yazar Hannah Arendt arasında yaşanmıştır.
Hikayemiz Almanya´nın Marburg şehri´nde başlıyor. Hannah, 14 Ekim 1906 yılında Linden şehri´nde dünyaya gelmiş, Yahudi bir ailenin tek kızıdır. 18 yaşına geldiğinde felsefe eğitimi almak üzere Martin Heidegger ile yollarının kesiştiği Marburg Üniversitesi´ne gitmiş, kısa sürede gençliği ve zekasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. O sıralarda üniversitenin koridorlarında isyankarlığı ve alaycılığı ile kendinden söz ettiren Martin Heidegger de Hannah´ın yeteneklerini farkedenler arasındadır. Martin, 1889 yılında Baden´da dünyaya gelmiş, Freiburg´ta Husserl´in öğrencisi olduktan sonra 1923 yılında Marburg Üniversitesi´nde felsefe doçenti olmuş, mesleğinde yeni yeni yükselişe geçen evli ve 2 çocuk babası genç bir akademisyendir. Hannah ise o yıllarda aldığı felsefe derslerinde hocasından etkilenmiş ve onun fikirlerine hayran olmuştur. İkilinin birbirine olan beğenisi kaçak bakışmalarla başlamış, aralarındaki bilgeliğe duyulan aşk üzerine tartışmalar ise yaş farkına ve Martin´in evli olması engeline rağmen öğretmen öğrenci ilişkisinden çıkararak, romantik bir ilişkiye dönüşmüştür. Tabii aşk iki felsefeci arasında yasanınca mektupların dili de biraz farklı oluyor. Martin, Hannah´a hislerini mektuplarında:
"Sevgili Bayan Arendt! Daha bu akşam vakit geçirmeden size gelmeliyim ve kalbinize konuşmalıyım. Her şey yalın, duru ve saf olmalı aramızda, bizi karşılaştıran kadere ancak böyle layık olabiliriz. "
"Dünya artik senin ve benim dünyam değil o bizim dünyamız oldu. Bizim yaptığımız ve basardığımız her şey, sana veya bana değil, bize ait. "
sözleriyle ifade ediyor, aynı zamanda da bu duygularla felsefe tarihinde önemli bir yer tutan Varlik ve Zaman (Sein und Zeit) adlı eserini yazıyordu. Ta ki 1927 yılında ilişkileri tamamen kopma noktasına gelene kadar. Hannah, Martin´e “seni hep seveceğim…,, dese de Hannah secim yapabilecek durumda değildi. Martin´e “ seni ilk günki gibi seviyorum.,, diyerek eğitimini tamamlamak üzere Heidelber´e gitmiş, Martin Heidegger ise Varlik ve Zaman (Sein und Zeit) adlı eserini yayımlayarak kariyerinde yükselise gecmisti - Bu kitabıyla Heidegger, Sokrates sonrası felsefeyi eleştirmis, varlığa metafiziksel olarak yaklaşılmasıyla yanlış yapıldığını belirterek felsefeyi varlık kavramı üzerine yöneltmiştir.- 

                         


Hannah ise durumu kabullenmiş, büyük aşkının zarar görmesini istemiyor ve sevgilisinin istediği gibi felsefe eğitimine devam ediyordu. Aşkta Heidegger´den kopsa da yayınladığı tezi "Augustin´de sevgi kavramı" nda Heidegger´in etkisinden çıkamadığını ortaya koyuyordu.

İkilinin kariyerinde bu gelişmeler olurken, uzun süredir Almanya´da yaşanan iç karışıklık 1933 yılına gelindiğinde Hitler´in iktidara gelmesiyle üst noktaya tırmanmış, Hannah´ın da üniversitede derslere girmesi, Yahudi olmasi gerekçesiyle, yasaklanmıştı. Bu durumdan rahatsız olan Hannah, Almanya´dan önce Paris´e, 1941 yılında da Amerika´ya gitmiştir. Heidegger ise olayların tam olarak içindeydi. Üniversitede Hitler´i destekleyen konuşmalar yapıyor, Hitler´e hayranlığını ve Nazizim ideolojisine desteğini her fırsatta belirtiyordu. 1 Mayis 1933 yılında NSDAP (NASYONAL SOSYALİST ALMAN İSCI PARTİSİ)´ne girdi .- NSDAP, 1933-1945 yıları arasında Almanya´yı yönetmiş siyasi partidir. Partinin temeli milliyetçilik, ırkçılık, anti-semitizm felsefesi üzerine kuruludur.- Heidegger, Hitler´e yazdıgı bir mektupta ona olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu :

"Ah! Führerim siz bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim ve eref ! yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı. "
Uzun ve yıpratıcı bir savaş döneminden sonra bu sempatisi 1945 yılında onun için tehlike arz etmiş, rektör olarak gittiği Freiburg Üniversitesi´nden uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Hannah´sa 2. Dünya Savaşi´nın sonuna kadar çeşitli Yahudi derneklerinde çalışmış, yazılar yazmıştı. 

1950 yılında ise kaçak olarak çıktığı ülkesine unutamadığı büyük aşkına yardım etmek için geri dönecek ve bir otel odasında onun ile buluşacaktı. Bu görüsmede Heidegger Hannah`tan yardım istiyodu. Hitler´e verdiği destekten dolayı eleştiriliyor ve bu eleştirilerden kurtulmak istiyordu. Hannah´sa onun bu siyasi gelişmelere vermiş olduğu desteğe hiç anlam verememiş olsa da Heidegger´e olan bağlılığı geçen yıllara rağmen azalmamıştı. Belki de Hannah´ın bir eserindeki şu sözleri Heidiger´le buluşmasının ve ölene kadar devam edecek olan dostluğunun nedenlerini de açıklıyordu : "Ask doğası gereği saftır, ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayı ki, sadece apolitik değl, tüm politika karşıt insani dürtülerin en güçlüsüdür de…"
Tüm yaşanan imkansızlıklara, savaşa, ayrılıklara rağmen Martin ile Hannah´ın aşkı bir kez daha dönüşüme uğramış ve aralarında yeni bir dönem başlatmıştı. Artık ölene kadar görüşecekler, aşklarını düşünce dünyalarına yansıtacaklardı. Ki Hannah, Amerika´da kariyerinde de yükselişe geçmiş, 1959 yılında Princeton Üniversitesi´nde ilk kadrolu kadın filozofu olmuştu. Heidegger ise 1952 yılında üniversiteye geri dönmüş olsa da siyasi geçmişi her seferinde yargılanmasına neden oluyordu. Kariyeri icin vazgeçtiği sevgilisi kariyerinde ilerliyor, aynı zamanda da Heidegger´e yardımcı oluyordu
1961 yılına gelindiğinde Hannah 2.Dünya Savaşı´nda Yahudilerin katledilmesinde en önemli Nazi yetkilisi Adolf Eichmann´in Kudüs´te yargılanmasını izlemiş ve The New Yorker Dergisi´nde daha sonra "Kötülüğün Sıradanlığı" olarak kitaba dönüştüreceği -Yahudilerin tepkisini çektigi- yazıyı yazmışti.-Hannah yazısında, kötülüğün kökten mi olduğunu yoksa sıradan insanların emirlere uyması sonucu düşünmeden mi gercekleştiğini sorgulamıştır.- 1963 yilinda yayınladığı kitabında Eichmann ile ilgili görüşlerini ise şöyle ifade etmişti :
"Eichmann 'kötü'nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığınının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlış olacaktır."
Hannah’ın bu ve benzeri fikirleri yıllarca Yahudi derneklerinde çalışmış olsa da onu Yahudiler tarafından “Kendinden nefret eden Yahudi,, olarak adlandırılmasına engel olamamıştır. Artık oklar onun üzerine çevrilmiş, fikirlerinden rahatsızlık duyan bazı kesimler tarafından özel hayatıyla yıpratılmaya calışılmisti.
Hannah Arendt ise bu düşünceler ile mücadeleyi bırakmamış, hayatı boyunca fikirlerinin arkasında durmuştur. Her Avrupa´ya gelişinde tüm eleştirilere rağmen Heidegger ile görüşmüş, uzakta olduğunda ise mektuplarla iletişim kurmaya devam etmiştir.
Martin ise hayatının son dönemlerini Freiburg´da bir kayakçı kulübesinde geçirmiş, kar fırtınası kulübenin çevresinde uğuldadığında “felsefe için en iyi zaman gelmiştir,, diyerek siyasi fikirleri yargılanmış olsa da felsefeden vazgeçmemiştir. Büyük aşkı Hannah´ın 1975 yılında New York’ta ölümünden bir yil sonra 1976 yılında hayatını Freiburg´taki evinde kaybetmiştir.

Martin ve Hannah`ın arasındaki yasak aşk ZAMANIN onlara getirdikleriyle her dönem VARLIKLARINA farklı anlamlar kazandiran, aşklarının temelindeki "bilgeliye duyulan sevgi"’den asla vazgeçmedikleri büyük bir aşk hikayesidir.
"Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır. " Hannah Arendt


Ergül Akyürek