Geziler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geziler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2013 Perşembe

VIYANA`DA BİR GÜN




  Geçen gün, İstanbul`dan misafirim geldi. -Eh misafir de zevklerine göre kategorilere ayrılıyor.. Bazısı sadece şehri görmek, bazısı alışveriş yapabilir miyim? düşüncesiyle, bazısı da hepsini birlikte yapabilmek için geliyor. Aslında Viyana, alışveriş için ideal bir şehir değil. Buraya ilk geldiğimde, Almanca kursundaki hocam şöyle söylemişti: – Biz, küçük yaşta 10 euroluk şeye 100 Euro vermemeyi öğreniyoruz, bundan dolayı da markalı ürünleri tercih etmiyoruz.. demişti. Zaten yeni dünya düzeni öyle bir hal aldı ki, her yerde artık her şeyi bulabiliyorsunuz…
Eğlence için geliyorsanız da pek doğru bir tercih olmayabilir, burası oldukça sakin bir şehir ama yine de herkese uygun bir şeyler bulunabilir. İstediğiniz ise, parklarda şarabınızı yudumlarken kitap okumak, birbirinden güzel tarihi binaların içinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip ünlü kahve evlerinde kahvenizi içmek ya da kıyısından köşesinden sanatla ilgileniyorsanız,Viyana doğru seçim diyebilirim; Viyana`da sanata, sohbete, felsefeye, tarihe, parklara, kahvelere… doyamayabilirsiniz. Hele ki son dönemlerde Modern Sanat üzerine yapılan çalışmaları ve okul sistemlerinde yapılan pratiğe dayalı eğitimiyle de ( burada akademiye çok önem veriliyor ve sanatsal çalışmalar akademik paralellik içinde sürdürülüyor) klasik görüntüsünün yanında yeniliğe açık olduğunu da göstermeye başladı.
Gelen misafirim de sanat ve tarihle ilgilendiğini söyleyince, bir günlük geldiği Viyana`ya, ilk olarak Viyana Sanat Tarihi Müzesi`ni gezerek başladık. Bu Müze, 1891 yılından beri etkin, sadece 2012 yılında 1.351.940 kişi tarafından ziyaret edilmiş; dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Ben bile iki kere gittiğim, hatta ikinci gittiğimde dersime çalıştığım halde yine de kaçırdığım şeyler var, üçüncüde bitirebilmeyi umut ediyorum.


                                                                                     Viyana Sanat Tarihi Müzesi



29 Mart 2013 Cuma

BİSİKLETLE YAŞAMAK


                                 

Bisiklet, her ne kadar hayatımın vazgeçilmezleri arasında olsa da, zaman zaman hava şartları hayatımdaki yerini değiştirebiliyor. Havaların düzelmesini beklediğim şu günlerdeyse tekrar gündemimi meşgul etmeye başladı bile..
Geçtiğimiz yıllarda Avusturya`nın belirli bir kısmını Nazlı ile birlikte bisikletle gezmiş, beklenmedik maceralar yaşayarak etrafımızdakileri oldukça korkutmuştuk, kendimden hiç söz etmiyorum bile; uçurumdan yuvarlanma tehlikesi, Tuna nehrine düşme tehlikesi, gece ormanın içinde hiçbir malzeme olmadan karanlıkta bisikletle kalma, kaybolma, çanta kaybedip polislik olma, tanımadığın insanlarda kalma, ana yolda karşıdan gelen arabanın üstüne bisiklet sürüp belirli boşluklarda durarak yolunu bulmaya çalışma… 
Tabii ki bunlar, yolda olan insanların başına gelebilecek olası  durumlar. Zaten bisikletle uzun yolculuk yapmak öyle bir şey ki; bir kere başladığınızda  aklınız tüm tehlikelere rağmen yollarda oluyor…  O an vücudunuz sizden bağımsız çalışırken, zihniniz de  farklı tecrübeler yaşıyor. Yolun neresi olduğunu nereye çıkacağını bilmeden pedallara basıyor, bilinmezliğin güzelliğini yaşıyorsunuz; bir kasabaya, şehre girdiğinizde ise tanımadığınız insanların bakışları sorularıyla baş başa kalıp, yabancının gözünden kendinizi görüyorsunuz. Yani, yer yer yabancı, yer yer yolcu, yer yerse dünyayla bütün olmuş, isimsiz biri. Kısaca bisikletle yaşamak, bazen yeniyi, bazen yabancıyı, bazen doğayı, bazen tehlikeyi, bazense kendini keşfetmektir!

Ergül Akyürek





17 Ekim 2012 Çarşamba

BÜTÜN GECE MÜZE


Ayağımın tozuyla Viyana’nın olmazsa olmaz etkinliklerinden birinin içine düştüm: „Lange nacht der Museen“.
Süper bir yaz tatilinden sonra her ne kadar – of pof.. diyerek gelmiş olsam da Viyana´ya, bir kez daha anladım ki  buranın etkinlikleri olmadan da olmuyormuş. Açıkçası bol bol gezdim, yüzdüm, yeni insanlarla yeni maceralar yaşadım; tatilin ilk 10 gününü Endülüs Bölgesi ve Fas’ı gezerek, 2 ayını Türkiye´de küçük bir kasabada ablalarım ile birlikte çalışıp, her gün sokaklarında insanlara selam vererek, denize girerek, geceleri bazen  kumsalda bazen  Turan amcanın dondurmacısında,  bazense  çorbacıda muhabbet ederek..  Son 15 günümde ise İstanbul´da  annem-babam ile  evde olmanın o inanılmaz huzurunu yaşayarak geçirdim.
Hal böyle olunca  Viyana´ya da gelmek istemedim, ama Viyana bir kez daha bana beni ona bağlayan yüzünü  gösterdi. Bu şehir acayip bir yer, bazen  o kadar sessiz oluyor ki  iç sesimiz bile susup bu sessizliğe eşlik ediyor, bazense öyle bir etkinlik oluyor ki bu kadar insan nereden çıktı diyorsunuz. İşte”Lange Nacht der Museen” da saat 18´den gece 1´e kadar şehirdeki  tüm müzeleri yani 121 ayrı yeri tek bir biletle gezebilmenizi sağlayan, buranın bitmek bilmeyen kültür etkinliklerinden sadece bir tanesi.  Açıkkçası açık hava müzesi görünümü olan Viyana´nın tarihi binalarının camlarından akşama bakmak çok güzeldi. Benim bu güzel geceye sığdırabildiklerim ise:

Prunksaal: VI. Karl tarafından yaptırılan bu kütüphanenin ortasında VI.Karl’ın  kendi heykeli bulunmaktadır. Bu yapı dünyanın en iyi Barok kütüphanelerinden biridir.

Kunsthistorisches Museum:  Bu yapı Avrupa`nın en önemli sanat müzelerinden birine ev sahipliği yapmaktadır:  Mısır ve Yakın doğu Koleksiyonu, Yunan ve Roman Antik Koleksiyonu, Kütüphane, Madeni Paralar koleksiyonu, Dekoratif sanatlar koleksiyonu, heykeller ve süsleme sanatı eserleri sergilenmektedir.

Sigmund Freud Museum: 1891 yılında Londra ya gidene kadar yaşadığı apartman dairesi müze haline getirilmiştir.

Secession: Bu yapı  üzerine altın yaldızlı işemeleri olan bir kubbeye sahiptir. Ayni zamanda  secession akımının sembolüdür. İçerisindeyse Klimt’ìn, 9.Senfoni`nin bestecisi Beethoven`a adadığı eseri bulunmaktadır.

Phantastenmuseum: bu müze Viyana Okulu kökeninden gelmektedir.

Naturhistorisches Museum:  Sanat Tarihi müzesinin karşısında bulunan bu tarihi binada 30 milyonun üzerinde obje bulunmaktadır.

Ergül Akyürek

6 Ekim 2011 Perşembe

İSPANYA-PORTEKİZ GEZİSİ



 Otobüs, uçak, otobüs, tren, tren, otobüs, uçak, otobüs, otobüs, uçak, tren, otobüs, uçak, otobüs.
 Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca  1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir  ama  hiç de  öyle olmadı. İnsan sevdiği şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de  1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak geçirdik.
İlk durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan en geç saatte varıldı.  Hal böyle olunca da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra kalacağımız yerin hayallerini kurarken  ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında   Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular. 
Neyse ki akşamki  yürüyüşten sonra  şehre çabuk alıştık; gezdik,  görülecek yerleri gördük, “Paella”  yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim. Gaudi´ya Dali´ye  hayran oldum, kısacası şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi  demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o gözlerden içine yansıyanı  kendi yaratıyor. Dolayısıyla   her yolculuğun da her kişi için   ayrı bir tecrübesi oluyor.  Kısaca ben benimkileri özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak,  Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup  bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta bir  damla bile olamadığını görmek, İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek – gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…

Porto
Tren istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek, kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini, havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de  Porto´da tarihi bir mekanda  piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip  şarabını yudumlamak,  yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak, yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde  yer yer  kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç bitmesin  diyorum…
Ergül Akyürek















13 Temmuz 2011 Çarşamba

SOKAKTA SANAT VAR 1





Tüm dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup, yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı. Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti. Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç sakınmıyor...
-Eh! Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini bile söyledi, "neden olmasın" deyip...


NEDİR BU GRAFİTİ
Öncelikle size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır. Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır. Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert 1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade ediyor :
"Hayat bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk; işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya başladılar.
Bizi isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.

Tabii yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....


Ergül Akyürek















Not:   - Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle  http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.
          

14 Mayıs 2011 Cumartesi

ZAMANSIZ ZAMANLARDA: AMSTERDAM`A VAR(MAK)


  
   Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim yetmedi 17 saat yol gittim   vardim amsterdama. "Varmak mi varis noktasina kadar yasananlar mi secerseniz" derseniz ben her zamanki gibi  yollarda yasadiklarimi, gördüklerimi  tercih ederim. Su da bir gercek ki varis noktasina vardiginizda da varisiniz her zaman anlik bir his oluyor, sonrasindaki bilinmezlige acilan kapilar sizi baska varis noktalarina götürüyor yani anlayacaginiz aslinda biz hic bir zaman varmis olmuyoruz, sadece vardigimizi saniyoruz; o zaman varmak icin caba göstermek yerine  ya da varis noktasinin hayallerini kurmak yerine hayati akisina birakmak en iyisi deyip bu bir gezi yazisi olacagi icin basliyorum yol maceralarimi ve Amsterdam´da yasadiklarimi anlatmaya, ama simdiden söyliyeyim öyle Dom Meydani söyleydi bilmem Van Gogh Müzesi´nde sunlar vardi diye bir yazi yazmayi düsünmüyorum, tamamen hissettiklerimden yola cikarak bu 5 günlük macerayi anlatmak istiyorum ki zaten gitmeyi düsünürseniz de internette yeteri kadar gezilecek yerler üzerine yazilar var :) 








   Amsterdama gitmek icin hazirliklari yapip otogara gittigimde aslinda ilk defa Avrupa icinde bu kadar uzun otobüs yolculugu yapacagim icin icimde biraz merak duygusu vardi. Otogara gittigimde ise bizi  oldukca ortalama bir otobüsün bekledigini görünce acikcasi sasirdim -bizdeki otobüslerin konforunu düsününce-  ama bir yandan da 4 tekeri olmus olmasi bizi bir yerden bir yere götürecek olmasi  yeterli diyerek otobüsteki  yerimi aldim ve cok uluslu otobüsümüzle basladik zamanda yolculuk yapmaya.  Zamanda yolculuk diyorum, cünkü her yerin, her insanin kendine ait bir yüzyili oldugunu düsünüyorum ve her gittigim yerde farkli zamanlarda yolculuk yaptigimi hissedebiliyorum ki buradaki zaman kavrami da kelimenin yerine ne koyabilecegimi bilmedigimden kullanilmis bir kelime, buna belki ´anlarda sicrama´ da diyebiliriz ki ´yüzyillar´ da benim kafamin icindeki yüzyillar…  ya da ben sacmaliyorum ama tam olarak hissettiklerimi ifade etmeye calisirsam: annem istanbul´dan beni aradigin da ben otobüste yolculuk yapiyorsam  arkamda fiziksel bir baglantim olmayan mekan veya insanlar  domino tasi gibi hizla yikiliyor ama annem aradiginda anilarim birden tekrar canlaniyor ve sanki onunla konusan kisi anilarim oluyor, bense yeni ´bir an´da  ve yeni seyler görüp onlari da hizla ´an´i yapiyorsam, yani sürekli sicriyorsam iste ben de buna ´yolculuk´ diyorum genelde ´o an´, sadece ´o an´a odaklaniyorum ki o an´da aslinda bulundugum yüzyila degilde hissettigim farkli bir  yüzyildaymisim gibi oluyor. Sanirim cikamayacagim isin icinden ben en iyisi yolculugumuzu anlatmaya calisiyim :)   Bu arada bizimki öyle siradan bir otobüs de degil, sihirli bir otobüs, hatta icinde büyücü Alex bile  var, Alex mi kim ? Aslinda orasini ben de bilmiyorum. Baska gezegenden geldigini söyleyen, elindeki defterinde garip sekiller ve büyüler olan bir adam, agac onun annesi ..vs  -yaaa sadece bir seyleri düsünen ben degilmisim demek ki bazilari benim gibi sacma sapan demiyor düsündüklerine  ve onu anlatiyor hatta bana bir yaprak bile hediye etti :) Ama  ben ona inaniyorum cünkü önemli olanin insanin kendine olan inanci ki kendi söylediklerine inanmis bir adam da benim icin yeteri kadar dogru söylüyor demektir. Herkes uyudugunda ise gercekten bu sihirli otobüste olmaktan mutlu oldugumu hissettim. Bu kadar farkli yerlerde dogmus ve büyümüs insanin bir otobüste bu kadar uyum icinde olmus olmasi ve o uyumun bir parcasi olmak beni mutlu etti ki yolculugumuz boyunca Nürnberg, Köln, Frankfurt, Düsseldorf´a da ugradik,  sürekli yolcular degisti, bizim disimizda tabii :) Bu arada degisik sehirlere ugramis olmak da oldukca keyifliydi, dedigim gibi her yerin kendine özgü güzel bir hissi var bende, sonra onlar ´ani´ oldugun da o hisleri tekrar hissedip hatirliyorum o sehirlere ait anilari ama ani olana kadarsa keyfini cikarmak icin elimden geleni yapiyorum, ayni yürüyüs bandinda  kosmak gibi  siz kosarsiniz  ama bir adim bile yer gidemezsiniz, orada kitlenir he rsey, durur bedeniniz ve sadece hisseder ama ayni zamanda siz kitlenirken etrafiniz degisir…  Sihirli otobüsümüz Hollanda sinirindan gectigi andan itibaren her sey daha da farklilasti,  kendimi masallar diyarinda gibi hissettim :  tarlalar, yel degirmenleri, ciftlikler…vs.  yol dahada keyifli bir hal aldi.
    Amsterdam´a vardigimiz da ise, iste orada önce varis noktasina varmis olmus olmanin heycani sardi icimi  ve tabii o kadar yolu gitmis olmanin vermis oldugu vücut agrilari cabasi. Neyse ki biraz yürüdükten ve sersemligimi attiktan sonra sehri kesfetmek zamani gelmisti. Tabii sersemlik derken o sersemlikte bana bisiklet carpmis oldugunu da atlamak istemiyorum , cok garip, sarsildim ama vücudumun sarsintisini yeni bir yerde olmus olma sarsintisiyla ayni sayip adamin sesiyle bana carpmis oldugunu anlayabildim iyi mi yani o derece sersem oluyorum bir yere gidince. Bir keresinde de elime sicak su döktüm hatta hala döküyordum, görüyordum ama yandigini kafamin icinde o sicak su komutu gelene kadar hissetmedim,  onun gibi birseydi, yani bana carpmis oldugunu adamin sesini algilayip bisikletin bana temas ettigini  farkedene kadar hicbir sey hissetmedim hatta bu örnekleri bir keresinde boguluyordum bir keresinde arabadan düstüm ….vs. diye cogalta da bilirim :) Neyse  yine ucuz atlattik diyerek kalacak yerimizi bulduk ve yerlestik . Bunu söylemeden gecemeyecegim, kaldigimiz yer eski amsterdam evlerinden biriydi, hep hayal ettigim gibi yerlerde kaliyor olmam beni mutlu ediyor :) Bu arada beni mutlu eden baya bir sey varmis demek ki  yaziya döküp  görmesem, ayni bisikletin carpmasi gibi , farketmeyebilirdim :)  Biraz fazla hissettiklerimi yazmis olabilirim ama ben size bastan söylemistim normal bir gezi yazisi degil diye.  Tabii bir kez daha anladim ki ben iyi bir gezginim. Söyle ki iyi bir gezgin olmanin vermis oldugu avantajla sehirleri  cok cabuk cözebiliyorum,  Avrupa´da yasam tecrübemin olmus olmasi da  eklenince bu duruma   yerli halkin nerelerde takildigini cok cabuk buluyorum. Tabi ki turistlik yerlere gittim ama acikcasi kalabalikta bir oraya bir buraya kosturmaktansa sehrin sakin yüzünü gercek insanlariyla yasamayi tercih ederim, hem ben nereye gidersem gideyim kendimi turist gibi hissetmiyorum :)  Kisacasi Amsterdam´da olmak  dogaclama cekilen bir  film sahnesinin icine düsmek gibi ….izlediginiz tüm film kareleri gözünüzde canlaniyor ama bu sefer basrolde siz varsiniz , yolun gidisati sizin elinizde, o sokaga mi girsem bu sokaktan mi ciksam, su kafede mi soluk alsam ..vs. Yollar yollara aciliyor sürekli bir biskletli sagdan mi cikar soldan mi cikar diye kendinizi kolluyorsunuz , bircok yerde duydugunuz korna sesleri bisiklet zillerine dönüsüyor … Bizdeki cay bahceleri gibi bira bahceleri var, sokaklarinda her yerde parklari, sirin evleri, kanal kenarlarindaki cafeleri, eski model bisikletleri, sehrin ritmine uyum saglayan zil sesleri, kapi önünde kaynatilan dedikodulariyla  sempatik bir sehir Amsterdam.  Gitmek isteyen, görmek isteyen, hissetmek isteyen, her seyden önemlisi kiyaslamayip her yerin kendine ait bir hissi oldugunu bilenlere Amsterdam´i,  dünyanin her farkli noktasi gibi,  tavsiye ediyorum ki icinde gezgin ruh tasiyanlarin bir firsat bulup mutlaka gidip görecegine eminim :) 
   
 Dönüs günü geldigin de ise bir 17 saat yol daha bildigimiz bir nokta icin gidecek olmus olsamda  ayni ben olmayip yenilenmis, tazelenmis bir ben olarak, biriktirdiklerimle  bu sefer Dortmund üzerinden evime gittim. Umarim sagligim hep yerinde, birlikte gezebilecegim sevdiklerim  hep yanimda, hissedebildiklerimi kaybetmemis bir ben olarak; gidebilecegim daha cok  yollarim,  varis noktalarim ve en önemlisi yeni bir ben olarak dönebilecegim evim olur.  



                                                               fotograflar icin devam