Fotograflar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fotograflar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2011 Perşembe

İSPANYA-PORTEKİZ GEZİSİ



 Otobüs, uçak, otobüs, tren, tren, otobüs, uçak, otobüs, otobüs, uçak, tren, otobüs, uçak, otobüs.
 Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca  1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir  ama  hiç de  öyle olmadı. İnsan sevdiği şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de  1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak geçirdik.
İlk durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan en geç saatte varıldı.  Hal böyle olunca da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra kalacağımız yerin hayallerini kurarken  ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında   Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular. 
Neyse ki akşamki  yürüyüşten sonra  şehre çabuk alıştık; gezdik,  görülecek yerleri gördük, “Paella”  yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim. Gaudi´ya Dali´ye  hayran oldum, kısacası şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi  demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o gözlerden içine yansıyanı  kendi yaratıyor. Dolayısıyla   her yolculuğun da her kişi için   ayrı bir tecrübesi oluyor.  Kısaca ben benimkileri özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak,  Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup  bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta bir  damla bile olamadığını görmek, İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek – gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…

Porto
Tren istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek, kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini, havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de  Porto´da tarihi bir mekanda  piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip  şarabını yudumlamak,  yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak, yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde  yer yer  kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç bitmesin  diyorum…
Ergül Akyürek















14 Mayıs 2011 Cumartesi

ZAMANSIZ ZAMANLARDA: AMSTERDAM`A VAR(MAK)


  
   Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim yetmedi 17 saat yol gittim   vardim amsterdama. "Varmak mi varis noktasina kadar yasananlar mi secerseniz" derseniz ben her zamanki gibi  yollarda yasadiklarimi, gördüklerimi  tercih ederim. Su da bir gercek ki varis noktasina vardiginizda da varisiniz her zaman anlik bir his oluyor, sonrasindaki bilinmezlige acilan kapilar sizi baska varis noktalarina götürüyor yani anlayacaginiz aslinda biz hic bir zaman varmis olmuyoruz, sadece vardigimizi saniyoruz; o zaman varmak icin caba göstermek yerine  ya da varis noktasinin hayallerini kurmak yerine hayati akisina birakmak en iyisi deyip bu bir gezi yazisi olacagi icin basliyorum yol maceralarimi ve Amsterdam´da yasadiklarimi anlatmaya, ama simdiden söyliyeyim öyle Dom Meydani söyleydi bilmem Van Gogh Müzesi´nde sunlar vardi diye bir yazi yazmayi düsünmüyorum, tamamen hissettiklerimden yola cikarak bu 5 günlük macerayi anlatmak istiyorum ki zaten gitmeyi düsünürseniz de internette yeteri kadar gezilecek yerler üzerine yazilar var :) 








   Amsterdama gitmek icin hazirliklari yapip otogara gittigimde aslinda ilk defa Avrupa icinde bu kadar uzun otobüs yolculugu yapacagim icin icimde biraz merak duygusu vardi. Otogara gittigimde ise bizi  oldukca ortalama bir otobüsün bekledigini görünce acikcasi sasirdim -bizdeki otobüslerin konforunu düsününce-  ama bir yandan da 4 tekeri olmus olmasi bizi bir yerden bir yere götürecek olmasi  yeterli diyerek otobüsteki  yerimi aldim ve cok uluslu otobüsümüzle basladik zamanda yolculuk yapmaya.  Zamanda yolculuk diyorum, cünkü her yerin, her insanin kendine ait bir yüzyili oldugunu düsünüyorum ve her gittigim yerde farkli zamanlarda yolculuk yaptigimi hissedebiliyorum ki buradaki zaman kavrami da kelimenin yerine ne koyabilecegimi bilmedigimden kullanilmis bir kelime, buna belki ´anlarda sicrama´ da diyebiliriz ki ´yüzyillar´ da benim kafamin icindeki yüzyillar…  ya da ben sacmaliyorum ama tam olarak hissettiklerimi ifade etmeye calisirsam: annem istanbul´dan beni aradigin da ben otobüste yolculuk yapiyorsam  arkamda fiziksel bir baglantim olmayan mekan veya insanlar  domino tasi gibi hizla yikiliyor ama annem aradiginda anilarim birden tekrar canlaniyor ve sanki onunla konusan kisi anilarim oluyor, bense yeni ´bir an´da  ve yeni seyler görüp onlari da hizla ´an´i yapiyorsam, yani sürekli sicriyorsam iste ben de buna ´yolculuk´ diyorum genelde ´o an´, sadece ´o an´a odaklaniyorum ki o an´da aslinda bulundugum yüzyila degilde hissettigim farkli bir  yüzyildaymisim gibi oluyor. Sanirim cikamayacagim isin icinden ben en iyisi yolculugumuzu anlatmaya calisiyim :)   Bu arada bizimki öyle siradan bir otobüs de degil, sihirli bir otobüs, hatta icinde büyücü Alex bile  var, Alex mi kim ? Aslinda orasini ben de bilmiyorum. Baska gezegenden geldigini söyleyen, elindeki defterinde garip sekiller ve büyüler olan bir adam, agac onun annesi ..vs  -yaaa sadece bir seyleri düsünen ben degilmisim demek ki bazilari benim gibi sacma sapan demiyor düsündüklerine  ve onu anlatiyor hatta bana bir yaprak bile hediye etti :) Ama  ben ona inaniyorum cünkü önemli olanin insanin kendine olan inanci ki kendi söylediklerine inanmis bir adam da benim icin yeteri kadar dogru söylüyor demektir. Herkes uyudugunda ise gercekten bu sihirli otobüste olmaktan mutlu oldugumu hissettim. Bu kadar farkli yerlerde dogmus ve büyümüs insanin bir otobüste bu kadar uyum icinde olmus olmasi ve o uyumun bir parcasi olmak beni mutlu etti ki yolculugumuz boyunca Nürnberg, Köln, Frankfurt, Düsseldorf´a da ugradik,  sürekli yolcular degisti, bizim disimizda tabii :) Bu arada degisik sehirlere ugramis olmak da oldukca keyifliydi, dedigim gibi her yerin kendine özgü güzel bir hissi var bende, sonra onlar ´ani´ oldugun da o hisleri tekrar hissedip hatirliyorum o sehirlere ait anilari ama ani olana kadarsa keyfini cikarmak icin elimden geleni yapiyorum, ayni yürüyüs bandinda  kosmak gibi  siz kosarsiniz  ama bir adim bile yer gidemezsiniz, orada kitlenir he rsey, durur bedeniniz ve sadece hisseder ama ayni zamanda siz kitlenirken etrafiniz degisir…  Sihirli otobüsümüz Hollanda sinirindan gectigi andan itibaren her sey daha da farklilasti,  kendimi masallar diyarinda gibi hissettim :  tarlalar, yel degirmenleri, ciftlikler…vs.  yol dahada keyifli bir hal aldi.
    Amsterdam´a vardigimiz da ise, iste orada önce varis noktasina varmis olmus olmanin heycani sardi icimi  ve tabii o kadar yolu gitmis olmanin vermis oldugu vücut agrilari cabasi. Neyse ki biraz yürüdükten ve sersemligimi attiktan sonra sehri kesfetmek zamani gelmisti. Tabii sersemlik derken o sersemlikte bana bisiklet carpmis oldugunu da atlamak istemiyorum , cok garip, sarsildim ama vücudumun sarsintisini yeni bir yerde olmus olma sarsintisiyla ayni sayip adamin sesiyle bana carpmis oldugunu anlayabildim iyi mi yani o derece sersem oluyorum bir yere gidince. Bir keresinde de elime sicak su döktüm hatta hala döküyordum, görüyordum ama yandigini kafamin icinde o sicak su komutu gelene kadar hissetmedim,  onun gibi birseydi, yani bana carpmis oldugunu adamin sesini algilayip bisikletin bana temas ettigini  farkedene kadar hicbir sey hissetmedim hatta bu örnekleri bir keresinde boguluyordum bir keresinde arabadan düstüm ….vs. diye cogalta da bilirim :) Neyse  yine ucuz atlattik diyerek kalacak yerimizi bulduk ve yerlestik . Bunu söylemeden gecemeyecegim, kaldigimiz yer eski amsterdam evlerinden biriydi, hep hayal ettigim gibi yerlerde kaliyor olmam beni mutlu ediyor :) Bu arada beni mutlu eden baya bir sey varmis demek ki  yaziya döküp  görmesem, ayni bisikletin carpmasi gibi , farketmeyebilirdim :)  Biraz fazla hissettiklerimi yazmis olabilirim ama ben size bastan söylemistim normal bir gezi yazisi degil diye.  Tabii bir kez daha anladim ki ben iyi bir gezginim. Söyle ki iyi bir gezgin olmanin vermis oldugu avantajla sehirleri  cok cabuk cözebiliyorum,  Avrupa´da yasam tecrübemin olmus olmasi da  eklenince bu duruma   yerli halkin nerelerde takildigini cok cabuk buluyorum. Tabi ki turistlik yerlere gittim ama acikcasi kalabalikta bir oraya bir buraya kosturmaktansa sehrin sakin yüzünü gercek insanlariyla yasamayi tercih ederim, hem ben nereye gidersem gideyim kendimi turist gibi hissetmiyorum :)  Kisacasi Amsterdam´da olmak  dogaclama cekilen bir  film sahnesinin icine düsmek gibi ….izlediginiz tüm film kareleri gözünüzde canlaniyor ama bu sefer basrolde siz varsiniz , yolun gidisati sizin elinizde, o sokaga mi girsem bu sokaktan mi ciksam, su kafede mi soluk alsam ..vs. Yollar yollara aciliyor sürekli bir biskletli sagdan mi cikar soldan mi cikar diye kendinizi kolluyorsunuz , bircok yerde duydugunuz korna sesleri bisiklet zillerine dönüsüyor … Bizdeki cay bahceleri gibi bira bahceleri var, sokaklarinda her yerde parklari, sirin evleri, kanal kenarlarindaki cafeleri, eski model bisikletleri, sehrin ritmine uyum saglayan zil sesleri, kapi önünde kaynatilan dedikodulariyla  sempatik bir sehir Amsterdam.  Gitmek isteyen, görmek isteyen, hissetmek isteyen, her seyden önemlisi kiyaslamayip her yerin kendine ait bir hissi oldugunu bilenlere Amsterdam´i,  dünyanin her farkli noktasi gibi,  tavsiye ediyorum ki icinde gezgin ruh tasiyanlarin bir firsat bulup mutlaka gidip görecegine eminim :) 
   
 Dönüs günü geldigin de ise bir 17 saat yol daha bildigimiz bir nokta icin gidecek olmus olsamda  ayni ben olmayip yenilenmis, tazelenmis bir ben olarak, biriktirdiklerimle  bu sefer Dortmund üzerinden evime gittim. Umarim sagligim hep yerinde, birlikte gezebilecegim sevdiklerim  hep yanimda, hissedebildiklerimi kaybetmemis bir ben olarak; gidebilecegim daha cok  yollarim,  varis noktalarim ve en önemlisi yeni bir ben olarak dönebilecegim evim olur.  



                                                               fotograflar icin devam