Otobüs,
uçak, otobüs, tren, tren, otobüs, uçak, otobüs, otobüs, uçak, tren, otobüs,
uçak, otobüs.
Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş
miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda
yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca
1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir ama
hiç de öyle olmadı. İnsan sevdiği
şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük
dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de 1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin
yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak
geçirdik.
İlk
durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları
için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan
en geç saatte varıldı. Hal böyle olunca
da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece
saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet
söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön
duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi
yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının
olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o
kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra
kalacağımız yerin hayallerini kurarken
ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece
banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi
filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular.
Neyse
ki akşamki yürüyüşten sonra şehre çabuk alıştık; gezdik, görülecek yerleri gördük, “Paella” yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim.
Gaudi´ya Dali´ye hayran oldum, kısacası
şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere
yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar
Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek
tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi
demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o
gözlerden içine yansıyanı kendi
yaratıyor. Dolayısıyla her yolculuğun
da her kişi için ayrı bir tecrübesi
oluyor. Kısaca ben benimkileri
özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki
mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak, Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta
bir damla bile olamadığını görmek,
İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız
konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek
– gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını
içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da
kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…
Tren
istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini
saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki
evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah
pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız
da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı
kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek,
kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların
heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka
bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini,
havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de
Porto´da tarihi bir mekanda
piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip şarabını yudumlamak, yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak,
yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde yer yer
kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç
bitmesin diyorum…
Ergül
Akyürek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder