14 Aralık 2011 Çarşamba

WITTGENSTEIN`IN EVİNDE 4 GÜN



Geçtiğimiz yaz “Wittgenstein´ın Maşası” isimli bir kitap okumuştum, hatta bu ara bunu okuyorum başlığı altında bloğumda da yayınlamıştım. Kitabı okurken, her sayfasında her zamanki gibi “çok yanlış zamanda doğmuşum, çok..” diyerek derin – ah.. lar çekmiştim. Malum baba Wittgenstein sanayi kralı ve sanata düşkün olunca Wittgenstein’ların evi dönemin ünlü sanatçıları ve düşünürleri ile dolup taşmış ki bu kişiler arasında Klimt, Rodin gibi isimler var; gel de kıskanma!


Ama nasıl derin – ah… çektiysem, hayat döndü dolaştı hayatımda yaşadığım en güzel 4 günü, hem de Wittgenstein´ın evinde yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yaşattı. Çok karıştırdım, hemen topluyorum ve bu 4 günün başına gidiyorum; filozof ve film yapımcısı, tiyatro oyuncusu, dans teorisyeni olan ünlü üç isimden ders almaya basladım – of.. ünlü diye yazınca çok havalı oldu, dersin adı:  “Felsefe’nin Unutulmuş Vücudu”

Ama ders derken öyle amfide olan derslerden değil. Organizasyonlara katılıp, işin kıyısından köşesinden siz de programa dahil oluyorsunuz, sonraki aşamalarda da sahnede  devam ediyor eğitim, en son kısımda stüdyoya giriyorsunuz, yani kısaca eğitim okul duvarları arasında değil de Viyana´nın ünlü  mekanlarında gerçekleşiyor…


Bu mekanlarda:  düşünce ve vücudun, düşünce ve performansın, felsefe ve tiyatronun nasıl bir araya geldiğini, düşüncenin metafiziksel el kol hareketlerine itiraz ederek, farklı vücutlarla temas etmiş vücudun zorlukları aşıp, düşünceye, yazıya, söyleşiye nasıl yansıyacagını gösteren  çalışmaları ortaya koyuyorlar. Bizim de  ilk durağımız  Wittgenstein´ın kız kardeşine yaptığı, yani Tractatus´unu tamamladığı evdi. Ben açıkçası bu evde 4 gün boyunca günde 13 saat duracağım için çok heyecanlıydım, aslında bir nevi evde yaşamış da oldum. Bıraksalar Wittgenstein´ın kız kardeşi gibi yaşamamazlık da   yapmazdım gerçi hakkı  var, ev oldukça ağır, donuk  yani pek ev gibi değil. Zaten  tarihe bakınca baya bir badire  atlatmış kimseye yuva olamayınca da  Bulgar Derneğine verilmiş. Gelelim organizasyona yani  “Philosophie on stage #3 ” e. 


İlk gün eve gittiğimde girişteki mutfak kısmını görünce kendimi öğrenci partisine gelmişim gibi hissettim, görevliler ceşitli bölümlerden öğrencilerdi ve sürekli bir telaş vardı, Arno ise yani benim hocam kapıdan görününce ilk düşündüğüm şey buradaki öğrencilerden hiçbir farkı olmadığıydı, o kadar enerjik ve koşturuyordu ki yürüyüşünde bile kendine olan öz güveni belliydi. Erken gelenlerle selamlaştı ama bence o heyecandan kimseyi görmüyordu. Bu duyguyu ben de bilirim konuşurum ama konuştum mu bilmem, görürüm ama gördüğümü hatırlamam… Neyse yavaş yavaş diğer konuklarda gelmeye başladığında işin ciddiyetini o zaman anladım.

Kısaca özetlersem  Avrupa’nın değişik ülkelerinden, Amerika´dan, alanında ün yapmış 30 a yakın isminin önünde rejisör, senarist, sanatçı ve filozof yazan katılımcılar vardı. Ama en güzeli gerek paylaşımdaki cömertlikleri, gerekse incelikleri ile ünvanlarının çok üstündeydiler; sadece sevdikleri şeyi yapıp üretiyorlar, ürettiklerini ise paylaşıyorlardı, isimlerinin önündeki sadece bir formaliteydi. Şöyle ki, yeri geldi bilgilerini paylaştılar, yeri geldi dinleyici oldular, öğrenci ruhları hala devam ediyordu. Birlikte yemek yedik, kahve içtik, akşam içkilerimizi içtik, bir performanstan diğerine, bir odadan diğerine geçerken karşılaştığımız ” LUDWIG… LUDWIG…”  diye bağıran ruhun peşinden gidip, yere oturup onun gösterisini izledik; herkes çok doğaldı. Kullanılan teknolojiden hiç bahsedemiyorum, her şey çok profesyonelce yapılmıştı, yani bazen öğrenci partisinde gibi hep birlikte gençtik , bazense inanılmaz profesyonellikle hazırlanmış bir gösterinin içindeydik. Bazen sahnede bir Hintli: meditasyonu, Yogayı anlattı, bazense Avrupalı Japonya´da yaşamış bir profesör sahnede bilinç ve meditasyon üzerine gösteri yaptı. Bazen iç sesiyle konuşan bir adamın iç sesiyle söyleşini dinledik, bazense profesörler ölmüş filozofların yerine geçip  kulüp kurmalarını ve aralarında tartışmalarını…

Sürekli bir hareket vardı, ben bir ara herkes tiyatro salonuna indiğinde önceden planladığım gibi yukarı eve çıktım, kimse yoktu. Yatak odasında sessiz  film vardı, piyanonun başına oturup loş ışıkta sessizliği dinledim, evlerin yaşanmışlığını dinlemeyi her zaman sevmişimdir. Tabii bu sessizlik odada gösteri yapacak hocanın odaya pilot gözlükleriyle girmesi ile ikimiz için de ilginç bir hal aldı, daha önce evin içinde gözümün içine bakıp “bunun anlamı ne? senin adin ne?” diyen  bir ruhla da karşılaştığım için açıkçası bu beni pek de korkutmadı.


Son gece ise ellerim alkışlamaktan kızardı…  Kendi hocalarımın yaptığı tiyatro ile felsefenin birleştiği performans  çok başarılıydı. Felsefeye gelince  bence şu 4 günde sahnede çok güzel  VÜCUT buldu.
Ergül Akyürek


Not:
– Beni sorarsanız: medya, tiyatro, antropolojide eğitim görenlerle tanışma fırsatı buldum ki onlardan kıdemli olmamla onları oldukça şaşırttım, iç sesim ise “emin olun, derece üstünlüğüm sizinkinin yanında sadece görünür olan, benim sizden öğrenecek çok şeyim var”  dedi. Zaten kıdemin ne önemi var, her zaman her yerde öğrenen olmak eğer ki öğrenebiliyorsan en güzeli…
– Tabii “her şey çok güzeldi” diyorum ama şunu da belirtmek istiyorum. Almanca felsefe- sanat çok kolay bir şey değil, her şeyi yüzde yüz ana dilim gibi algılayamadım. Organizasyondan önce Modern Sanat üzerine Almanca kitap okumaya başladım ama yine de biraz afalladım… Zaten ana dilimde bile o kadar uzun süre felsefeye maruz kalsam algılayamayabilirdim,  birçok program gösteri şeklinde sunulduğu için daha rahattım. Neyse ki projeyle ilgili bir çalışma grubuna davet edildim, anlayamadığım ya da kaçırdığım birçok şeyi onlardan alabileceğim. Tabii o ortamlarda bulunduğunda sevindiğim kadar ülkem adına, kendi adıma  üzüldüğüm de çok şey var, bu konu uzun ve derin umarım başka bir yazıda ayrıntılı yazabilirim ya da konuşmak isteyenle her zaman konuşurum, tanıyıp tanımamam önemli değil,  mailime bir mesaj atmanız  yeterli… ( Burada olduğum süre içerisinde hiçbir zaman ülkemi, ülkeleri  farklı ülkelerle kıyaslamadım.  Kendi öz gelişimimiz için farklı insanlar ile  iletişime geçip, farklılıkları öğrenip eksikliklerimizin üzerine gitmemiz gerektiği kadar ülkeler için de aynı şeylerin geçerli olduğuna inanıyorum.)





– Fotoğrafları üzgünüm ki şimdilik dışarı  çıkarmıyorlar, proje dvd kitap haline dönüştürülecekmiş, ben de en son 2007de yapılan projeden ve gazetelerden bulduğum birkaç  fotoğrafı  bloğuma ekledim.






11 Kasım 2011 Cuma

YA SONRA


                                                                (kazadan önce Pripyat )

 " Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasıdaki nükleer santral, 25 nisan 1986 da reaktörlerden birinde yapilan deney sonucunda 26 nisan 1986 saat gece 1:00 de deney sirasinda güvenlik sisteminin devre disi birakilmasi ve pesi sira yapilan hatalar sonucunda patlamistir. Bu kaza 20. yy in en büyük felaketlerinden biri olarak anilmis, etkileriyse  o günden bu güne kadar hala devam etmektedir "



Bugün internette nükleer santrallerle ilgili bir arastirma okurken, yazi beni internette derin arayislara soktu ve  " arayan ne bulur hesabi " ilgimi ceken bir site ile karsilastim. Belki aranizda bu siteyle daha önce karsilasmis olaniniz vardir; olmayanlar icinse, sitenin sahibi Elena, tam bir motosiklet tutkunu, motoruyla gezmekten cok hoslaniyor, gezileriniyse  bu sitede paylasmis. Ama bu geziler pek de benim blogumdaki  gibi gezi yazilari degil. Elana, Cernobil´de yasamis ve bölgeyi  daha sonraki yillarda düzenli olarak ziyaret edip gördüklerini hem fotograflamis hem de deneyimlerini  web sitesinde  paylasmis. Aslinda yazilarina ve fotograflara bakinca hem deneyimleme istegi duyuyorsunuz, hem de bazi karelerde kendinizi korku filminde gibi hissedebiliyorsunuz; gercekten cok etkileyici…  Tabii okurken  yazilar zihnimdeki toz bulutunu kaldirip,  beni o yillara götürdü . Yasim itibariyla patlamayi hatirlamiyorum ama sonraki yillarda insanlarin dillerinden düsmeyen - etkileri sonraki yillarda cikacak, yediklerimiz ictiklerimiz zehir - söylemlerini hatirliyorum,  bir de aklimda kalan  bir kare var; annemlerin bir arkadasinin kizinin gülüsü… kücük kiz normal cocuklara  benzemiyordu, kafasi vücuduna göre oldukca büyüktü. Bir gece amcamlara gelmislerdi. büyükler ona üzüntülü gözlerle bakarken, biz cocuk bakislarimizla, ilk baslarda - NEDEN - ile baslayan cümleler kursak da, büyüklerin o yillarda sessizliginin cok sey anlattigini anlayamadigimiz icin, yanit gelmeyen sorulardan sikilip, kücük kizi güldürmeye calismistik; elinden yasama hakkinin alindigini bilmeden bizim yaptigimiz garip hareketlere gülüyordu… Bu onu ilk ve son görüsümdü, zaten bir kac ay icinde de ölüm haberi gelmisti. Sonra tabi her sey devam etti sanki o kaza hic olmamis, ölenler ölmemis, zarar gören cocuklar hic dogmamis gibi bizler  hayatlarimiza devam ettik. Kimimiz oldugumuz yerden ses cikardik ama duyulmadi, kimimiz ortalikta ses cikardi ama dinlenmedi, kimimizse her seyi unutup, ders almaktan korktugumuz icin  ayni reaktörün celik bir lahide  gömülmesi gibi etkilerini derinlere gömdük. Ama üzgünüm 1986´da bu kaza gerceklesti, insanlar, doga büyük zararlar gördü… Peki  kazadan sonra neler oldu, o kazanin oldugu terkedilmis yerler ne durumda, iste onuda  Elena anlatiyor: 



" Ukrayna dilinde Cernobil bir cicek ismidir, pelin cicegi. Bu cicek buradaki insanlari korkutur cünkü burada Pelin cicegi incilde gecen bir kiyamet alametidir. 8:10 ücüncü melek borozonunu caldi. Gökten mesale gibi yanan büyük bir yildiz irmaklarin ücte biri üzerine ve su pinarlarinin üzerine düstü. 8:11 Bu yildizin adi Pelindir. Sularin bir kismi pelin cicegi gibi acilasti. Acilasan sulardan icen bir cok insansa öldü. 

Radyasyondan kac kisi öldü bunu bilen yok, tahmini rakamlar olsa da maddi kayiplari belirlemek daha kolay. Actigi etkiler göz önünde bulundurulursa son ölü sayisina kadar gercekte kac kisinin öldügü asla bilinemeyecek. Olay yerine ilk giden itfayeciler olay yerine gidene kadar normal bir yangini söndüreceklerini düsünseler de, karsilastiklari manzari hic de öyle olmamis bir daha evlerine dönememisler. Likidatörlerse radyoaktif kirliligi temizlemek icin görevlendirilmis askerlerdi ama coguna  koruyucu  kiyafetler saglanamadi. insanlar evlerini terketmek zorunda kaldilar, bu terkedilmis, cehenneme dönmüs bölgeyse simdilerde  hayvanlar icin rahat yasayabilecekleri bir yasam alani haline dönüsmüs, kimse onlari avlamadigi icin sayilari oldukca artmis, tabii radyasyonun onlari nasil bir genetik yapiya soktugu, güvenli bölgeyle iliskileri tam olarak bilinemiyor. Pripyat yani hayalet kasaba ise patlamanin oldugu yere  4 km uzaklikta. 1986 yilinda burasi yesil, modern biryerdi. ilk giriste burasi hala yasanilan bir yer olarak görünse de bir binanin üzerindeki su slogan "Lenin'in Partisi Bizi Komünizmin Zaferine Tasiyacak" ,  sanki bize zamanin burada  durdugunu anlatiyor. Kasabadaki sessizlik ise insanin kendisini dünyada  tek basina gibi hissetmesine neden oluyor, sonraki yillarda buraya turistlik gezi düzenlense de insanlar sessizlikten rahatsizlik duymus ve hemen buradan ayrilmak istemisler. Priyattan ayrilip  motorumla  kuzeye Beyaz Rusyaya yöneliyorum. Burasi ayri bir ülke ama radyasyona vize uygulamasi konulamiyor bundan dolayida kazadan en cok etkilenen yerlerden biri de Beyaz Rusya . Yollarda doganin insana ait olan seyleri nasil da yok etmeye basladigini görüyorsunuz, birkac yüzyil sonra insana ait hicbir kalinti kalmasa da buralarda hala radyasyon olacak. Burada doga gercekten cok güzel, cok zengin ama ne suyunu icmeye ne de agactan bir meyva koparmaya cesaret edebiliyorsunuz. Bazi yerlerde ise insanlar yasadiklari yerleri terketmek istememis ve ölürsem kendi topraklarimda öleyim diyerek büyük bir cesaretlilikle burada kalmislar ama onlardan mutluluk hikayeleri beklemeyin, insanlar yasli, yorgun ve mutsuz. Geceleri ise gündüzden daha fazlasini görüyorsunuz, gündüzün sessizligm gece son buluyor, hersey hareketleniyor.  Kazanin en kötü  yaniysa cocuklar, kazadan sonra dogan cocuklarin fotograflari kazanin boyutunu gösterse de yetkililer kazadan önce de bu tür cocuklarin dogdugunu, nedeninin alkol ve uyusturucu oldugunu söylüyorlar. Ama kim ne derse desin yasananlardan sonra  onlar asla normal bir cocuk olamadi.  Ugradigim  kasabalardan birisi de Poleskoye kasabasi, kasabanin eski  isminin anlami mezara yakin demek. Bu kasaba Mogol istilasindan, büyük kitliktan, savaslardan cikmis ama Cernobilden aldigi büyük doz onu yavas yavas öldürmüs, su ansa eski adinin kaderini yasiyor. "


Benim yazdiklarim sitede okuduklarimin ufak bir derlemesi, siteye girdiginizde yazilarin sadece bir gezi yazisi olmadigini, ayni zamanda bilimsel olarak yapilan degerlendirmelerin de oldugunu  göreceksiniz. Elena´nin sitesi 2004 yilinda dünyada en cok ziyaret edilen sitesi olmus, tabii ki övgüler almasi disinda  bir cok yerden tepkilerde almis va yazdiklarinin dogru olmadigi söylenmis. Ama bugün hala ben dahil bu siteyi yeni kesfedenler, bu yol hikayesini okuyanlar var. Umarim bir cogunuz bu siteyi benden önce bulup, okumussunuzdur, siz de benim gibi yeni karsilasiyorsaniz  biraz zaman ayirip o gün yasananlara ve sonrasinda yasananlara bir göz atmanizi tavsiye ederim ki sadece fotograflara bakmak bile isin ciddiyetini  anlamaya yetiyor. Unutmamaliyiz ki; var olan bir seyi derinlere gömsek de o hep orada, yasadigimiz her sey o gün orada yasanip bitmiyor, etkileri görünmez bir güc gibi devam edip,  her gün birilerinin kapilarini caliyor. Umarim bir seylerin farkina varmak icin kapinizin calmasini beklemezsiniz . Cünkü hayalet kasabada  kapilarin hicbir önemi yok.





NOT:  

           - Sunu belirtmek isterim ki, nükler enerji konusunda herhangibir egitimim yok, bilimsel herhangi bir aciklama yapamam; ama elimden geldigince arastirmalari takip ediyorum. Belki bu kaza 25 yil önceki  teknolojiyle  bir deney sonucu olusmus olsa da en son Fukusima´da yasananlar bize  dünyanin her an risk altinda oldugunu gösterdi. Elena` nin yazisinda güzel bir kisim vardi - radyasyona vize uygulamasi  olmuyor - diyordu. Ne yazik ki ülke politikalari sadece o ülkeyi, orada yasayan insanlari etkilemiyor, tüm dünyayi, tüm insanligi, tüm dogayi etkiliyor… 

         - Yazinin basinda bahsettigim kücük kizin o dönemde bu sekilde dogmasinin nedeniyle  ilgili elimde kesin bir bilgi yok, bildigim kadariyla bu konu üzerine tam bir arastirmada yok. Ama o dönem o bölgede dogan cocuklarla hemen hemen  ayni belirtileri tasidigi ve zihnimde yer ettigi icin  hem yazimda anmak, hem de o yillarda evlerimizde olusan sessiz korkuyu ifade etmek istedim.

         - Elena´nin yazilarina göz atmak isterseniz, türkce dahil bircok dilde cevirisine , su adresten ulasabilirsiniz: http://www.elenafilatova.com/

         - Fotograflari Elena´nin sitesinden ve su  http://www.26-04-1986.com/ adresten  aldim. Yazinin gidisatindan dolayi cernobil proje ile ilgili cok fazla fotografa yer veremedim. 
                                                     ( fotograflar icin devam )













27 Ekim 2011 Perşembe

DELI KASAP- SOKAKTA SANAT VAR




  BETHOVEN `A KOMSU OLMAK ` tan sonra SOKAKTA SANAT VAR isimli yazim da   blogun sinirlarini asip DELI KASAP` a konuk oldu. Buradan okumak isteyenler icin...

http://www.delikasap.com/yazi/muzik-otesi/sokakta-sanat-var/2341

22 Ekim 2011 Cumartesi

YESIL GAZETE- ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A





Son yazim- Anneannemin Bahcesinden Slow Food `a - Yesil Gazetede. ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A yazisini farkli ortamda  okumak isteyenler icin...
http://www.yesilgazete.org/blog/2011/10/22/anneannemin-bahcesinden-slow-fooda-ergul-akyurek/

21 Ekim 2011 Cuma

ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A



  


 
 
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca  yürüyorum, üzerindeki  kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum,  ayaklarım korkudan geri geri gitse de  içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda  tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla  kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor …   Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler,  ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve  her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum…  Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan  kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. 

Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi  Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem  kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne  bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz-  ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra  anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı,  2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık.  O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki  kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü         güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,   

 ÇÜNKÜ  dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim,  Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop   yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu   bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor. 


Tabii  nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa  büyük bir artı…  Zaten Avusturya´nın  Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar  oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de  "Slow Food da nedir?" diyorsanız:  "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve  bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA,  bu projenin içinde çalışıyor  ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.-  ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum -  ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor,  daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım. 


Bundan sonraki aşama  meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise  açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz   anlarımızın olması. 
"KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Ergül Akyürek











 





 

6 Ekim 2011 Perşembe

İSPANYA-PORTEKİZ GEZİSİ



 Otobüs, uçak, otobüs, tren, tren, otobüs, uçak, otobüs, otobüs, uçak, tren, otobüs, uçak, otobüs.
 Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca  1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir  ama  hiç de  öyle olmadı. İnsan sevdiği şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de  1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak geçirdik.
İlk durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan en geç saatte varıldı.  Hal böyle olunca da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra kalacağımız yerin hayallerini kurarken  ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında   Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular. 
Neyse ki akşamki  yürüyüşten sonra  şehre çabuk alıştık; gezdik,  görülecek yerleri gördük, “Paella”  yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim. Gaudi´ya Dali´ye  hayran oldum, kısacası şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi  demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o gözlerden içine yansıyanı  kendi yaratıyor. Dolayısıyla   her yolculuğun da her kişi için   ayrı bir tecrübesi oluyor.  Kısaca ben benimkileri özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak,  Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup  bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta bir  damla bile olamadığını görmek, İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek – gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…

Porto
Tren istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek, kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini, havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de  Porto´da tarihi bir mekanda  piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip  şarabını yudumlamak,  yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak, yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde  yer yer  kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç bitmesin  diyorum…
Ergül Akyürek















9 Eylül 2011 Cuma

BU ARA BUNU OKUYORUM








25 Ekim 1946 günü, Cambridge Üniversitesi'nin kalabalık bir odasında, yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ludwig Wittgenstein ve Karl Popper, ilk ve son kez karşı karşıya geldi. Bertrand Russell'ın da tanıkları arasında bulunduğu bu karşılaşma yalnızca on dakika sürdü ve pek de iyi gitmedi, ama çıkan kavga derhal bir efsaneye dönüştü. Bu kısa olay sırasında tam olarak neler olduğuysa sonraki yıllarda yoğun şekilde tartışıldı.

Felsefe, tarih, biyografi ve yazınsal dedektiflik karışımı Wıttgenstein'ın Maşası, Popper-Wittgenstein karşılaşması üzerinden yirminci yüzyılda felsefenin tarihini ele alıyor. Her iki düşünürün doğduğu şehir olan Viyana'nın yüzyıl başındaki gerilimli yapısını, Nazilerin Avusturya'yı işgalini, savaş sonrası dönemde Cambridge Üniversitesi'nin ve felsefecilerinin durumunu anlatıyor.

Wıttgenstein'ın Maşası, felsefenin ne olduğu, neyi ne kadar bilebileceğimiz hakkında kafa yoran düşünürlerin, on dakikalık bir olay bağlamında bile ne denli derin görüş ayrılıklarına düşebildiğini göstererek, "gerçek nedir?" sorusuna ilginç ve merak uyandırıcı bir yaklaşımla yanıt arıyor.

İki büyük filozof arasındaki on dakikalık tartışmanın hikayesi...



kitaptan: Ani: "Bizi hareketsiz görüyorum, o masada oturuken."Ama kafamda gercekten de ayni görsel imge mi var- yani o zamanki görsel imgelerden biri mi? Masayi ve arkadasimi kesinlikle o zamanki bakis acisindan mi görüyorum ve kendimi görmüyor muyum?



WITTGENSTEIN


Not: YKY`dan oldukca güzel ve aydinlatici bir inceleme... 

26 Ağustos 2011 Cuma

SOKAKTA SANAT VAR 2






13 Temmuz 2011 Çarşamba

SOKAKTA SANAT VAR 1





Tüm dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup, yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı. Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti. Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç sakınmıyor...
-Eh! Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini bile söyledi, "neden olmasın" deyip...


NEDİR BU GRAFİTİ
Öncelikle size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır. Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır. Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert 1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade ediyor :
"Hayat bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk; işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya başladılar.
Bizi isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.

Tabii yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....


Ergül Akyürek















Not:   - Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle  http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.