BETHOVEN `A KOMSU OLMAK ` tan sonra SOKAKTA SANAT VAR isimli yazim da blogun sinirlarini asip DELI KASAP` a konuk oldu. Buradan okumak isteyenler icin...
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca yürüyorum, üzerindeki kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum, ayaklarım korkudan geri geri gitse de içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor … Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler, ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum… Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz- ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı, 2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık. O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,
ÇÜNKÜ dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim, Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor.
Tabii nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa büyük bir artı… Zaten Avusturya´nın Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de "Slow Food da nedir?" diyorsanız: "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. : Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir. Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA, bu projenin içinde çalışıyor ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.- ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum - ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor, daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım.
Bundan sonraki aşama meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz anlarımızın olması. "KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş
miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda
yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca
1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir ama
hiç de öyle olmadı. İnsan sevdiği
şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük
dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de 1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin
yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak
geçirdik.
İlk
durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları
için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan
en geç saatte varıldı. Hal böyle olunca
da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece
saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet
söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön
duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi
yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının
olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o
kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra
kalacağımız yerin hayallerini kurarken
ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece
banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi
filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular.
Neyse
ki akşamki yürüyüşten sonra şehre çabuk alıştık; gezdik, görülecek yerleri gördük, “Paella” yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim.
Gaudi´ya Dali´ye hayran oldum, kısacası
şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere
yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar
Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek
tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi
demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o
gözlerden içine yansıyanı kendi
yaratıyor. Dolayısıyla her yolculuğun
da her kişi için ayrı bir tecrübesi
oluyor. Kısaca ben benimkileri
özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki
mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak, Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta
bir damla bile olamadığını görmek,
İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız
konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek
– gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını
içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da
kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…
Tren
istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini
saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki
evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah
pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız
da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı
kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek,
kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların
heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka
bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini,
havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de
Porto´da tarihi bir mekanda
piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip şarabını yudumlamak, yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak,
yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde yer yer
kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç
bitmesin diyorum…