4 Temmuz 2017 Salı

SLOW FOOD



Aldığımız her nefeste, tüm renkleri, sesleri, sözleri… içinde barındıran öyle güzel bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bazen bunun ne kadar değerli olduğunu unutabiliyoruz. Aslında içinde yaşıyoruz da cennetin, farkına varamıyoruz çoğu zaman. Göremiyoruz belki de yokluğunu bilmeden varlığının ne kadar değerli olduğunu; bahçelerimizin, denizlerimizin, insanımızın, dört mevsimin… kapılıyoruz da zamanın getirdiklerine unutuyoruz geçmişte var olanların kıymetini. Aslında çoğumuzun sözlerinde zaman geçtikçe “Anneannemin yaptığı marmelatlar” ya da “eskiden sebze ve meyvelerin lezzeti başkaydı” yer alıyor da ama yine de yeni nesil alışveriş kültürünün etkisinden vaz geçemiyoruz. Hızlı tüketilen yiyecekler, mevsimi dışında üretilen sebze meyveler ya da paketlenmiş ürünlerle paketlediğimiz hayatlarımız. Her şey hızla geçerken hızlıca tüketiyoruz en değerli şeyimizi, zamanı, ‘zamandan tasarruf edelim’ derken…


İşte dünyada buna “Dur!” diyen, Türkiye’de de özellikle son yıllarda oldukça yaygınlaşan harika bir akım var “Slow Food” yani “Yavaş Yemek”. Slow Food, 1986 yılında McDonald's Roma’da ilk defa açılmasına karşı İtalyan gazeteci Carlo Petrini’nin bir grup ile bu olaya protesto etmesi üzerine kurulmuş bir akımdır. Slow Food´un felsefesi  kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil  yemek yemektir. Bu akım edindiği bu prensiplerle  bugün yaklaşık 150 ülkede 100.000 in üzerinde destekçisi ile endüstriyel gıdalara ve beslenme biçimlerine karşı mücadele veriyor.

Hayatımız, zamanımız, sağlığımız, yerel üreticinin emeği o kadar değerli ki… Aslında Slow Food gibi hareketler bize sadece bunları göstermekle kalmıyor unuttuğumuz değerleri de hatırlatarak, yaşadığımız dünyayı, yaşadığımız coğrafyanın değerini bize tekrar tekrar hatırlatıyor.


“Kalbinizden Sevgi, Tırnaklarınızın Arasından Toprak Eksik Olmasın!!”








Not: bu yazıda kullanılan bilgiler 2011 yılında yazdığım “Anneannemin Bahçesinden Slow Food’a “ isimli yazıdan alınmıştır: https://yesilgazete.org/blog/2011/10/22/anneannemin-bahcesinden-slow-fooda-ergul-akyurek/
- Fotoğrafların çoğu 2011 Viyana'da  Slow Food üzerine yapılan bir etkinlikten. 
- En baştaki fotoğraf ise şu adresten alınmıştır:



28 Haziran 2017 Çarşamba

DUVARDA SAVAŞ VAR!


“Birbirimizin yüzüne bakalım”
En son ne zaman birbirimizin yüzüne baktık ya da hiç tanımadığımız birine gözlerimizi kaçırmadan ‘merhaba’ dedik. Bu kelimeler çağdaş insan  için artık o kadar uzak ki, sesler bir ekranın soğukluğundan yayılıp başka bir ekrana ses olamadan kitleniyor, içte kitli kalanlar ise ekranda hep gülen karelere dönüşüyor, belki de koca bir çığlıkken. Oradan seviyor, oradan bağırıyor, oradan gülüyor, oradan sesleniyoruz… herkese, her şeye… oradan gördüklerimize inanıyor belki de ona göre şekillendiriyoruz hayatımızı, dünyamızı, dünyayı… Facebook, Twitter, Instagram’da gördüğümüz bir görüntü tamamen bakış açımızı değiştirirken, ufacık bir yorum birilerine düşman olmamıza neden olabiliyor; yazılarımızla, paylaşımlarımızla ise birbirimize savaş açabiliyoruz.

Bu durum 1.Dünya Savaşı sırasında ise duvarlara asılan afişlerle sağlanıyordu. Aslında bu afişler daima belirli bir anın elçisi görevini üstleniyordu. Belirli bir dönemde bunu hükümetler duvar gazetesi için kullanırken farklı zamanlarda ise isyancıların kullandığı bir araca dönüşüyordu. Savaşla birlikte ise kullanımı oldukça artan bu afişler zamanla devletlerin propaganda enstrümanı haline geldi. Devletlerin öncelikle böyle bir düşüncesi yoktu ama zamanla toplum psikolojisi üzerinde etkilerini fark etmeleri üzerine bu durum ‘Duvarda Savaş’a dönüştü. Ve bu afişler tüm ülkelerde her zaman tarihsel bir kaynak oluşturacak olan en iyi sanatçıların hazırladığı birer sanat eserine.
Günümüzde ise sanal duvarlarımızda savaşlarımız devam ediyor, birbirimizin yüzüne bakmadan; Sokaklar ise boş.




·         Kaynak olarak 2015 yılında Viyana Üniversitesi’nde yapılan ‘Krieg an der Wand’ sergisi kullanılmış. Detaylı bilgiye ise şu adresten ulaşabilirsiniz. https://de.wikiversity.org/wiki/Ausstellung_Krieg_an_der_Wand  http://www.plakatmuseum.at/WederKriegnochFrieden.pdf

29 Mart 2017 Çarşamba

Eğitimin Önemi



(Ortaokul öğrencileri için çıkarılan bir okul dergisi için severek yazdığım yazım...)

“Kendinizi uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır: Neredeyim? Burayı nasıl keşfedebilirim? Ne yapmalıyım?
Etrafınızda tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz […] Uzay geminize dönüyorsunuz ve beklemeye başlıyorsunuz. Uzaktan iki ayak üstünde yürüyen canlıların size doğru yaklaştığını görüyorsunuz. Onların size ne yapacağınızı söyleyeceklerini düşünüyorsunuz.”
Bir yazarın anlattığı bu hikayeyi belki ilk okuduğunuzda aklınıza şu soru gelebilir “astronota ne olduğu?”. Hadi şimdi bunu okula uygulayalım belki böylelikle “astronota ne olduğu?” sorusuna da ulaşabiliriz. Öncelikle okulu uzayda her hangi bir gezegen olarak hayal edebilirsiniz, sınıfı ise uzay geminiz. Arkadaşlarınızla birlikte uzayı keşfe çıkıyorsunuz... Bugüne kadar görmediğiniz şeyleri görüyor, onlarla ilgili hep birlikte bilgi edinmeye çalışıyorsunuz. Tam her şey iyi giderken bir anda geminiz –sınıfınız- yukarıdaki hikayedeki gibi bir gezegene iniş yapmak zorunda kalıyor. “Neredesiniz?” “Burayı nasıl keşfedebilirsiniz?” öncelikle bu sorulara cevap bulmanız gerekiyor. O sırada başka birinin geminize geldiğini duyuyorsunuz, bu kişi size gezegen hakkında bilgi veriyor –coğrafya öğretmeniniz- daha sonra başka bir kişi yaklaşıyor ve bu gezegenin tarihi hakkında –tarih öğretmeniniz- bilgi alabiliyorsunuz. Onlara sorular soruyorsunuz, yeni bilgiler öğreniyorsunuz. İnsan, büyük bir birikimin sonucunda hayatına devam eden bir canlıdır. Hayatına daha iyi devam ettirebilmesi içinse doğru bilgiye ihtiyaç duyar. Bunun içinse hayatı boyunca sürecek olan eğitimden geçer. Okul hayatımızda aldığımız eğitim bizim belirli bilgi birikimine sahip olmamız dışında yeteneklerimizin geliştirmemize, bilerek düşünmemize de katkıda bulunur. Yukarıdaki hikayedeki astronota “ne olduğu?” sorusunu düşünmüştük, bu aslında sizin üçüncü soruya vereceğiniz cevaba bağlı, yani “Ne yapmalıyım?” sorusuna. Birçok insan bu sorunun cevabını veremediği için ‘herkes gibi’ olmayı tercih eder. Yani astronotun “ne yapmalıyım?” sorusuna cevabı uzay gemisine yaklaşan kişilerden almayı beklemesi gibi biz de bunu hiç kimseden alamayız. Ama bize verilen doğru eğitimle, doğru bilgiyle bilerek düşünmemizi ve hayatımız boyunca devam edecek olan kişisel gelişimimizi de en iyi şekilde sağlayabiliriz. Hem böyle bir eğitim sadece kişiyi geliştirmekle kalmaz, yaşadığı coğrafyayı da dünyayı da daha yaşanılabilir bir hale getirir.
Bilgiye bir uzay gemisinin penceresinden bakar gibi ‘hayretle’ bakmak, onu hayatının içine sokmak, sorular sormak… cesareti geliştirirken, bilgelik kazanmayı sağlar. Böylelikle gemiden –okuldan- çıkıp sosyal hayata atıldığınızda hem çevrenizi hem kendinizi bilebildiğiniz için hikayedeki astronot gibi “ne yapmalıyım?” sorusuna kendiniz cevap verebildiğiniz için daha mutlu ve sağlıklı bir birey olarak yaşayabilirsiniz. Çünkü insan bir ağaçtır ve var olabilmesi için toprağa ihtiyaç duyar. Doğru alınan eğitimse toprağı besleyen en büyük kaynaktır. Toprağı kaynaksız bırakmazsanız dünya kocaman bir ormana dönüşür.


Kaynak: - Rand, Ayn, “İhtiyacımız Olan Felsefe"