30 Temmuz 2015 Perşembe

Yedi Kıta, Dört Mevsim...



Limanda küçük bir bina vardı, bu binanın pencereye benzer bir deliğinden insanlar bilet satın alıyordu. Mısır`ın Afrika`da olduğunu öğrendi delikanlı.
- Arzunuz? diye sordu gişedeki memur.
- Belki, yarın diye yanıtladı delikanlı uzaklaşırken.
- Al sana bir hayalperest daha, dedi gişedeki adam arkadaşına, delikanlı uzaklaşırken. Bilet alacak parası bile yok.“ Bu hayalperest delikanlı, Brezilyalı yazar Paulo Coelho`nun Simyacı kitabının kahramanı, hayalleri uğruna Mısır Piramitlerine uzun bir yolculuk yapan Endülüslü çoban Santiago`ydu. Ama sanmayın ki hayallerinin peşinden giden kahramanlar sadece romanlarda, hayaller hayallere değdikçe onların sayısı da gün geçtikçe çoğalarak artıyor... İşte bizim hikayemizin kahramanı da 2010 yılında „Doğa için Pedalla“ diyerek bisikletinin rotasını Samsun`dan Japonya`ya çeviren ; 2012 yılında ise „Gelecek için Pedalla“ adıyla dünya turu için Ankara´dan tekrar bisikletiyle yola çıkan Gürkan Genç.

Başlangıç...

Gürkan`ın Ankara`da başlayan hikayesi, belki kendinin bile uzun yıllar fark edemediği çocukluğunun en keyifli aracı, oyun arkadaşı olan bisiklet ile Ankara`da işten eve gidip gelirken tüm rutinini değiştirip bisikletinin direksiyonunu başka diyarlara çevirmesi ile 5 sene içinde 42.000 km ulaşmış uzun bir serüvene dönüşmüş. Bu yeni yollar, onu çöllere, vadilere, şehirlere, köylere... götürürken ayni zamanda onu başka insanların sevincine, acısına, korkularına da götürmüş; doğanın tüm zor şartlarına rağmen sınırları zorlayan mücadele etme gücünü ona kazandırırken onu her seferinde yeni bir Gürkan ile tanıştırmış. “Yollar” diyor Gürkan „yıllar yılı törpüledi düşüncelerimi, tabularımı, hayallerimi... Evet, değişiyorum... Düşüncelerim, önyargılarım, bildiklerim, tecrübelerim, bedenim, hastalıklarım, zayıflıklarım, iyi ve kötü yanlarım... Mesela; hayallerim, hayalleri kovalıyor; 2010`da Japonya`ya gitme hayali, dünya turuna, oradan sosyal sorumluluk projelerine, sonra üretime, ardından da çocuklara ulaştı. Yani, kendim için çıktığım bu yol beni kendi içimde sessizleştirirken başkalarının hayallerine ses oldu.“


 Yolculuk...

Simyacı, delikanlıya: „Evrenin Ruhu, bir düşü gerçekleştirmeden önce yol boyunca öğrenilen her şeye değer biçer. Bize karsı kötü duygular beslediği için değil, düşümüzü gerçekleştirmemizin yanı sıra, ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice öğrenmemizi ister. Ama insanların çoğunluğu işte o anda vazgeçerler. Çölün dilinde biz bu duruma şöyle söyleriz: Vaha`nın palmiyeleri ufukta görünmüşken susuzluktan ölmek.“ dedi. İşte Gürkan, o pes edenlerden hiç olmamış, zaman zaman yollarda hırpalanmış, soyulmuş, çadırının etrafını kurtlar sarmış, dünyanın çatısı denilen Pamir Geçidi’nde ekipman sıkıntısından dolayı donma tehlikesi geçirmiş, Kutup Dairesi`ne varmak için her gün -40 derecede yol almış, Gobi Çölü`nün sonsuz sessizliğinde belki de hayatında hiç korkmadığı kadar çok korkmuş... Yine de her susuz kaldığında yollarda karşılaştığı insanlar onun için bazen Vaha`nın palmiyeleri bazense Vaha`daki palmiyeleri görmek adına su olmuş. „Yol boyunca köylerde, kasabalarda... insanlara misafir oluyorum. Yemeklerini yiyor, kültürlerini öğreniyorum. İnsanların hikayeleri, fikirleri, yaşamları... kalbime dokunuyor, bu da beni zenginleştirirken yol adına yolda olmak adına umut oluyor.“




Varış Noktası...

Gürkan, şu an hala yollarda... Belki yalnız başına yolculuk yapıyor ama yollarda tanıdığı insanlar, yol hikayesini http://www.gurkangenc.com/tr sitesinden takip edenler, bu yolculukta ona inanıp hayal ortağı olanlar onun deyişiyle onu „BİZ“ yapıyor... Gürkan en erken 2020`de 7 kıta, 84 ülkeye ayak basmış, sayısız insan tanımış olarak bisikletiyle tam bir dünya turu yaptıktan sonra ülkesine geri dönecek, yani varış noktası Türkiye. Ama hedefi sadece varış noktasına ulaşmak değil, yeni hayallere açılan yeni yollar yaratmak. „Dünya turu zihnimde 2012 yılında bitti. „Bitirebilecek miyim, yarıda mı kalır?“ diye düşünmüyorum. O günden beri gelecek adına neler yapabilirim sürekli bunları düşünüyorum. Aldığım desteklerle yoldayken de „Gürkan Genç Bisiklet Veriyor“, „Gürkan Genç Eğitim Bursu“, „Gürkan Genç Gezgin Bursu“, „Gürkan Genç Sporcuya Destek“ projeleri ile imkanı olmayanlara yardımcı oluyor, bisikletli yaşamı elimden geldiğince teşvik etmeye çalışıyorum. Döndükten sonra dünyayı bisikletle gezmiş birisi olarak tecrübelerimi hayatımın sonuna kadar anlatabilir, kitap yazabilirim... Ama açıkçası sadece tecrübelerimi anlatmak istemiyorum. Dünya turundan sonraki hayalim yaşadığım şehir olan Ankara`da 2023 yılında bağımsız milletvekili olarak gördüklerimi yaşadıklarımı anlatmaktan daha çok ülkemde uygulamaya geçirmek istiyorum. Belki şu an bu hayalim bisikletle dünyayı gezen biri için imkansız gibi görünebilir ama olanaksız değil, zaten bir insanın en iyi ne yapabileceğini de kendisinden başka kimse daha iyi bilemez.“


Hepimiz hayaller kurarız, sadece kimimiz bunlara inanıp peşinden giderken kimimiz sadece varış noktalarına kilitlenip bazen varamamaktan bazense elimizdekileri kaybetmekten korkarız… Çoğu zamansa yazının başındaki gişede bilet satan adam gibi hayallerinizi gerçekleştiremeyeceğinizi düşünen insanlar çıkar karşınıza, işte o zaman ya bir romandaki kahramanı ya da Gürkan Genç gibi hayallerine inanan gercek kahramanları düşünün, en önemlisi de kendinize inanmaktan asla ama asla vazgeçmeyin...
Simyacı, delikanlıya:
- Kim ve ne olursa olsun, dedi, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak da o bunu bilmez.
Delikanlı gülümsedi. Hayatın, bir çoban için bu kadar önemli olabileceğini hiç düşünmemişti.“


Gürkan Hakkında:

Gürkan, ilk bisikletle yolculuğuna 31 yaşında başlamış.
Yalnız yolculuk yapıyor.
Genel olarak kamp kurarak yolculuk yapsa da gittiği yerlerde tanıştığı insanlara da misafir oluyor.
Bisikleti tekrar hayatına soktuğundan beri birçok hastalığı iyileşirken. En düşük -56 °C ve en yüksek 61°C`de bisiklet kullanmış olmasına rağmen hiçbir hastalık geçirmemiş.
7 senelik dünya turu için tüm ekipmanları ve kişisel eşyaları bir büyük bavulu doldurmayacak kadar az.
Gürkan, gittiği yerlerde fırsat bulursa eğitim merkezlerinde serüvenini çocuklara anlatıyor.
2010`da gerçekleştirdiği Japonya gezisi masraflarını kendi birikimlerinden sağlarken, dünya turu için sponsorlar bulmuş, onun sayfasını takip edip hayallerine ortak olmak isteyen insanların yardımının fazlasıyla da ihtiyacı olanlara imkanlar sağlamış. Bunun dışında hiçbir birikimi yok.
Yazıda ismi geçen projeler:
- Gürkan Genç Bisiklet Veriyor; Internet sitesinde gezdiği ülkelerle ilgili sorduğu sorulara cevap verenler arasında çekiliş yaparak belirli aralıklarla bisiklet hediyesi verdiği bir proje.
- Gürkan Genç Yabancı Dil Eğitim Bursu; Yine sitesinde sorduğu sorularla belirlediği bir burs imkanı. Şu ana kadar yurt dışında okuyan bir öğrenciye eğitim bursu bulmuş, Doğu illerimizde bazı okullara tablet bilgisayar yardımında bulunmuş.
- Gürkan Genç Gezgin Bursu; 2012 yılından beri üniversitelerin bisiklet kulüpleriyle ortak oluşturulan bir proje. Anadolu’da az bilinen ya da bilinmeyen yolların hikayeleriyle araştıran gençlere bisiklet, kamp malzemeleri ve bir aylık proje masraflarını karşılayan bir burs.
- Gürkan Genç Sporcuya Destek Bursu; Türkiye`de imkanı olmayan genç sporcu kızların 2020 Tokyo Olimpiyatları`na gitmesi için ekipman ve maddi yardım sağlayan bir burs. Gürkan`ın hedefi 2020`de onlarla birlikte Tokyo`da olabilmek...




Not: - Gürkan`a uzak diyarlardan sorularıma verdiği samimi cevaplar için teşekkür ediyorum... Gürkan Genç ile ilgili daha detaylı bilgi almak, yol hikayesini takip etmek isteyenler http://www.gurkangenc.com/tr sitesinden takip edebilirsin.
Yazıda geçen kitap alıntıları Can Yayınlarından çıkan Paulo Coelho`nun Simyacı kitabından alınmıştır.
Fotoğraflar Gürkan Genç`in yolculuk boyunca çektiği fotoğraflar arasından seçilmiştir, daha fazlasına http://www.gurkangenc.com/tr sitesinden ulaşabilirsiniz.


















20 Haziran 2015 Cumartesi

SANATIN GÜCÜ



                                                             (Picasso`nun Guernica`si)
5 Şubat 2003 yılında Colin Powell New York’taki Birleşmiş Milletler binasında Irak Savaşı üzerine basın toplantısı yaparken arkasındaki duvar büyük bir örtüyle kapatılmıştı, örtünün arkasında ise tüm dünyada savaş ve faşizm karşıtı, barış yanlısı düşüncelerin sembolü olmuş İspanyol sanatçı Pablo Picasso`nun (1881-1973) İspanya iç savaşı sırasında Alman uçakları tarafından bombalanan Guernica şehrini anlattığı “Guernica” tablosunun bir kopyası vardı. II. Dünya Savaşı sırasında bir Alman general Picasso’ya “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye sorduğunda Picasso “Hayır, siz yaptınız” diye cevap vererek belki de bir sanat eserinin göründüğünden çok daha öte, bir örtünün arkasına saklanamayacak kadar da gerçek olduğunu anlatmıştı. 
Öyle ki; insanın varoluşuyla başlayan sanat, mağara duvarlarından çıkıp sokak duvarlarına kadar uzanan uzun bir serüven; Ludwig van Beethoven’ın notalarında, Francisco de Goya Lucientes’in dönemin toplumsal ve politik olaylarını anlattığı Los Caprichos gravürlerinde, Gustave Courbet’ın fırçasındaki özgürlük inancında, Käthe Kollwitz’in ezilen Silezyalı dokuma işçilerini anlattığı oyma baskılarda, Banksy’nin spreyinde…
(Joseph Beuys – “Süpürmek”)
Ki 1789 Fransız İhtilali’nin özgürlükçü anlayışıyla gelenekselden kopup güncel konuları yapıtlarına yansıtmaya başlayan sanatçılar, Picasso’nun da yaşamış olduğu dönem olan 20. yüzyıla gelindiğinde savaşların, ekonomik krizlerin, çevre felaketlerinin etkileriyle toplumsal ve politik olaylarda daha da aktif rol oynamış; sanatta yapılan çok sayıda deneysel çalışma sanat kavramında genişlemeye neden olmuştu. Nitekim 20. yüzyılın önde gelen devrimci sanatçılarından biri olan Joseph Beuys (1921-1986) “Yegane devrimsel güç, yaratıcılığın gücüdür […]” demiş, hasta dünyanın sanatla daha sağlıklı bir ortama dönüşeceğini dile getirmişti.
(JR – “Yüz Yüze” Projesi)
Örneğin; 1 Mayıs 1972 tarihinde özgürlüğün herkes icin eşit olması gerektiğini savunan Beuys sosyal eşitsizliğe karşı “Süpürmek” isimli bir çalışma yaptı: Batı Berlin`deki 1 Mayıs gösterileri için iki yabancı öğrencisiyle Karl-Marx Meydanı’na giden Beuys, eylem sonuna kadar bekleyerek tüm meydanı süpürmüş ve kalıntıları galeride sergilemişti. Ona göre sanat eylemi izleyicide içgüdüsel dönüşler yapmalı, sembollerle yeni düşünceler ortaya çıkarmaya çalışmalıydı. Aynı zamanda “Her insan sanatçıdır” diyen Beuys, özgürlüğün ancak insanın bu yaratıcı gücünü keşfetmesi ve eyleme geçirmesiyle gerçekleşeceğini belirterek sanatçı ile izleyici arasındaki çizgiyi ortadan kaldırmıştı. Günümüze yaklaştıkça özellikle tüketimdeki artış, teknolojinin hızla ilerlemesi… vs. sanatta farklı ifade şekillerinin ortaya çıkmasına neden oldu; Sokak Sanatı, Grafiti, Happening, Performans Sanatı bu yöntemlerin kullanıldığı sanat çeşitlerinden sadece birkaçıdır. 
(JR – “Yüz Yüze” Projesi)
Mesela; geçtiğimiz günlerde ülkemize, 2008 yılında başlatmış olduğu “Şehrin Kırışıklıkları” isimli projesi için gelen Fransız sokak sanatçısı, fotoğrafçı JR, dünyadaki problemleri vurgulamak için hazırladığı projeler ile Sokak Sanatına verilebilecek en iyi örneklerdendir. 2007 yılında Orta Doğu’daki savaştan etkilenip bu bölgeye giden JR, İsrail ile Filistin’i ayıran duvara burada yaşayan insanların birlikte fotoğraflarını yapıştırarak, birbirlerine ne kadar da benzediklerini ortaya koymaya çalışmış; sanatıyla bu bölgeye kısa süreliğine de olsa sokaklarda asıl dolaşması gereken şeyi “Barışı” getirmişti. Dünyada bugün sanatın bu inanılmaz gücünden korkanlar ise onu örtülerle, boyalarla, yasaklarla engellemeye çalışmış olsa da sanat, duvarları örenlere karşı duvarları yıkarak yoluna devam etmektedir… 
Ergül Akyürek
Not: Yukarıdaki bilgiler için Remzi Kitabevi`nden yayımlanmış E.H. Gombrich`in “Sanatın Öyküsü” kitabından ve http://www.kritische-kunst.org/pdfs/kunst_und_protest.pdf sitesindeki çalışmadan yararlanılmıştır.anılmıştır.

21 Nisan 2015 Salı

ÇERNOBİL: BİTMEYEN AĞIT...



Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasındaki nükleer santral, 25 Nisan 1986`da reaktörlerden birinde yapılan deney sonucunda 26 Nisan 1986 saat gece yarısı 1:00'de deney sırasında güvenlik sisteminin devre dışı bırakılması ve peşi sıra yapılan hatalar sonucunda patlamıştır.“

                                                                 (Kazadan önce Pripyat)
Sonra tabii her şey devam etti sanki o kaza hiç olmamış, ölenler ölmemiş, zarar gören çocuklar hiç doğmamış gibi bizler hayatlarımıza devam ettik. Kimimiz olduğumuz yerden ses çıkardık; ama duyulmadı, kimimiz ortalıkta ses çıkardı ama dinlenmedi, kimimizse her şeyi unutup ders almaktan korktuğumuz için, aynı reaktörün çelik bir lahde gömülmesi gibi etkilerini derinlere gömdük. Ama üzgünüm 29 yıl önce bu kaza gerçekleşti, insanlar ve doğa büyük zararlar gördü…

                                                                 (dayanılmaz sessizlik) 

Peki! Kazadan sonra neler oldu, o kazanın olduğu terk edilmiş yerler ne durumda?

Ukrayna dilinde Çernobil bir çiçek ismidir, pelin çiçeği. Bu çiçek buradaki insanları korkutur, çünkü burada pelin çiçeği İncil'de geçen bir kıyamet alametidir: " 8:10, üçüncü melek borazanını çaldı. Gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine ve su pınarlarının üzerine düştü.",
"8:11, Bu yıldızın adı Pelin'dir. Suların bir kısmı pelin çiçeği gibi acılaştı. Acılaşan sulardan içen birçok insansa öldü."
Radyasyondan kaç kişi öldü bunu bilen yok, tahmini rakamlar olsa da maddi kayıpları belirlemek daha kolay. Açtığı etkiler göz önünde bulundurulursa son ölü sayısına kadar gerçekte kaç kişinin öldüğü asla bilinemeyecek. Olay yerine ilk giden itfaiyeciler olay yerine gidene kadar normal bir yangını söndüreceklerini düşünseler de, karşılaştıkları manzara hiç de öyle olmamış bir daha evlerine dönememişlerdi. Likidatörler ise radyoaktif kirliliği temizlemek için görevlendirilmiş askerlerdi; ama çoğuna koruyucu kıyafetler sağlanamadı. İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kaldılar, bu terk edilmiş, cehenneme dönmüş, bölgeyse şimdilerde hayvanlar için rahat yasayabilecekleri bir yasam alanı haline dönüşmüş, kimse onları avlamadığı için sayıları oldukça artmış, tabii radyasyonun onları nasıl bir genetik yapıya soktuğu, güvenli bölgeyle ilişkileri tam olarak bilinemiyor. Pripyat, yani hayalet kasaba ise patlamanın olduğu yere 4 km uzaklıkta. 1986 yılında burası yeşil, modern bir yerdi. İlk girişte burası hala yaşanılan bir yer olarak görünse de bir binanın üzerindeki şu slogan "Lenin'in Partisi Bizi Komünizmin Zaferine Taşıyacak" sanki bize, zamanın burada durduğunu anlatıyor. Kasabadaki sessizlik ise insanın kendisini dünyada tek başına gibi hissetmesine neden oluyor. Sonraki yıllarda buraya turistlik gezi düzenlense de insanlar sessizlikten rahatsızlık duymuş ve hemen buradan ayrılmak istemişler. Pripyat'tan ayrılıp motorumla kuzeye, Beyaz Rusya'ya yöneliyorum. Burası ayrı bir ülke; ama radyasyona, vize uygulaması konulamıyor. Bundan dolayı da kazadan en çok etkilenen yerlerden biri de Beyaz Rusya. Yollarda, doğanın insana ait olan şeyleri nasıl da yok etmeye başladığını görüyorsunuz, birkaç yüzyıl sonra insana ait hiçbir kalıntı kalmasa da buralarda hala radyasyon olacak. Burada doğa gerçekten çok güzel, çok zengin; ama ne suyunu içmeye ne de ağaçtan bir meyve koparmaya cesaret edebiliyorsunuz. Bazı yerlerde ise insanlar yasadıkları yerleri terk etmek istememiş ve "Ölürsem kendi topraklarımda öleyim." diyerek büyük bir cesaretle burada kalmışlar; ama onlardan mutluluk hikâyeleri beklemeyin, insanlar yaşlı, yorgun ve mutsuz... Kazanın en kötü yanıysa çocuklar. Kazadan sonra doğan çocukların fotoğrafları kazanın boyutunu gösterse de yetkililer kazadan önce de bu tür çocukların doğduğunu, nedeninin alkol ve uyuşturucu olduğunu söylüyorlar. Ama kim ne derse desin yaşananlardan sonra onlar asla normal bir çocuk olamadı. Uğradığım kasabalardan birisi de Poleskoye kasabası. Kasabanın eski isminin anlamı, "Mezara yakın." demek. Bu kasaba Moğol istilasından, büyük kıtlıktan ve savaşlardan çıkmış; ama Çernobil'den aldığı büyük doz onu yavaş yavaş öldürmüş, şu ansa eski adının kaderini yasıyor.“

                                                                     (Bir cocugun cigligi)

Belki bu kaza 29 yıl önceki teknolojiyle yapılan bir deney sonucu oluşmuş olabilir; ama en son Fukuşima'da yaşananlar bize dünyanın her an risk altında olduğunu gösterdi. Ne yazık ki ülke politikaları sadece o ülkeyi, orada yaşayan insanları etkilemiyor; tüm dünyayı, tüm insanlığı, tüm doğayı etkiliyor… Unutmamalıyız ki var olan bir şeyi derinlere gömsek de o, hep orada… Yaşadığımız hiçbir şey, o gün orada yaşanıp bitmiyor. Etkileri görünmez bir güç gibi devam edip her gün birilerinin kapılarını çalıyor. Umarım bir şeylerin farkına varmak için kapınızın çalmasını beklemezsiniz. Çünkü hayalet kasabada kapıların hiçbir önemi yok.
Ergül Akyürek

                                                                      (Bir kayip cocuk)

NOT:
- Birkaç yıl önce internette nükleer santrallerle ilgili bir araştırma okurken, Elena isimli bir gezginin sitesiyle karşılaştım. Elana, Çernobil'de yaşamış ve bölgeyi daha sonraki yıllarda düzenli olarak ziyaret edip gördüklerini hem fotoğraflamış, hem de deneyimlerini web sitesinde paylaşmış. Benim yazdıklarım ise sitede okuduklarımın ufak bir derlemesi. Elena'nın yazılarına göz atmak isterseniz, Türkçe dahil bir çok dilde çevirisine, şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.elenafilatova.com
- Kazadan 20 yıl sonra (2006) üç ayrı ülkeden -Rusya, Belarus, Almanya- sokak sanatçıları (Sergey Abramchuk, Vitali Shkliarou, Konstantin Danilov, Denis Averyanov, Ivan Malakhov, Tobias Starke and Kim Köster) bu terkedilmiş bölgede yaşanmış felaketin en masumları çocukların çalınan çocukluklarını, insanların acılarını tekrar hatırlatmak için Çernobil`e gitmiş ve Pripyat`ın duvarlarında çocukların sessiz çığlıklarını, gözyaşlarını tekrar yaşatmış... Fotoğrafları ise projenin yer aldığı su siteden aldım: http://englishrussia.com/2010/04/06/top-10-weirdest-graffiti-of-pripyat/3/

(Korku ve Dehset)

1 Nisan 2015 Çarşamba

LATİFE UŞŞAKİ




Avusturyalı sanatçı Marianne Maderna, Viyana Üniversitesinin 650. yıldönümü için üniversitenin avlusuna - 2 Mart- 17 Nisan 2015 tarihleri arasında ziyaret edilebilecek- 33 önemli kadının büstlerinin yer aldığı bir sergi açtı. Bu tarihe kadar Viyana Üniversitesinin avlusunda 153`ü erkek büstü olmak üzere 154 tane büst yer alıyordu – avluda yer alan tek kadın büstü ise Felsefe fahri doktorasının sahibi Avusturyalı yazar Marie von Ebner-Eschenbach (1830-1916)` dı- 153 erkek büstünün karşısına yerleştirilen bu radikal büstler yazarlar, sanatçılar, politik aktivistlere ait: Frida Kahlo, Virginia Woolf, Ingeborg Bachmann, Maria Magdalena, Mileva Maric Einstein, Hannah Arendt, Susan Sontag... ise bunlardan sadece bir kısmı. Projenin çıkış noktasını ise cinsiyet eşitliği olarak belirlemiş ve sanatçı her büstün altına kendisine ait şiirsel tekstler yazmış. Bu muhteşem 33 kadının radikal büstlerinden bir tanesi de Cumhuriyetimizin kuruluşunda önemli bir yere sahip, Batının „O bir kadın hakları savunucusu“ olarak tanımladığı Mustafa Kemal Atatürk`ün iki buçuk yıl evli kaldığı eşi Latife Uşşaki.


Uşakizade Muammer Bey`in kızı Latife

Uşakizade Muammer Bey, İzmir`in en önde gelen tüccarlarındandı, sürekli yurtdışına seyahatler yapıyor çocuklarını kız-erkek ayrımı yapmadan Batı standartlarında iyi eğitim almalarını istiyordu. Aynı zamanda da kendi geleneklerine bağlıydı. Latife, 17 Haziran 1898 yılında dünyaya gelmiş, ailenin en büyük çocuğuydu. Küçük yaşlarından itibaren yabancı mürebbiyelerle büyümüş, İngilizce, Almanca, Fransızca, Latince, İtalyanca, Rumca öğreniyor, Farsça, Arapçasi için ise Halit Ziya (Uşaklıgil) ve Tevfik Fikret`ten özel dersler alıyordu. Dile olan yeteneği dışında sanata olan yatkınlığı ile de bilinen Latife çok iyi piyano çalabiliyor, dünyayı yakından takip ediyordu. Çocuklarının özgürce yetişmesine önem veren Muammer Bey, 15 Mayıs 1919`da İzmir`in işgaliyle konumundan dolayı zor durumda kalmış, Fransa`ya yerleşmişti. Latife`yi ise Londra`nın önde gelen okullarından birine göndermişti. Latife, Londra`daki eğitiminden sonra Paris`e giderek Sorbonne Üniversitesi`nde Hukuk eğitimine başlamış, ama ülkesinden gelen haberlerin heyecanıyla İzmir`e geri dönmek ve kurtuluşa tanıklık etmek istemişti.

İzmir`e dönüş, Mustafa Kemal ile tanışma

Latife, ailesini ve eğitimini geride bırakarak tek başına 1921 yılının sonbaharında İzmir`e geri dönmüştü. 9 Eylül 1922 tarihinde ise beklediği gün gelmiş, İzmir düşman işgalinden kurtulmuştu. İzmir`i kurtaran kumandan Mustafa Kemal ise karargah olarak Uşakizadelerin köşkünü seçmişti. İzmir ise yanıyordu. Mustafa Kemal, Uşakizadelerin köşkünden Latife ile yangını izlemiş, yanındaki genç kızın sözleriyle gelecek adına daha da umutlanmıştı. Latife, eğitimi ile yeni Türkiye için iyi bir örnek olmasının dışında cesareti, ülkesine bağlılığı ile de Mustafa Kemal`i etkilemişti.

Mustafa Kemal ve Latife`nin evliliği

Artık savaş bitmiş, savaşın yaralarının sarılıp hızla Yeni Türkiye`nin kurulması çalışmalarına başlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923 tarihinde Uşakizade Muammer Beyin kızı Latife Hanım ile İzmir`de o güne kadar görülmemiş bir biçimde evlendi. Böylelikle Latife nikah masasında oturup evlilik için izni sorulan ilk Türk kadını olmuştu. Batı ise bu haberi „Türkiye yüzünü Batıya çevirdi!“ manşetleriyle veriyordu, Latife ise Dünya`nın gündemindeydi. Bu haberler dünya basınında yer alırken Latife ve Mustafa Kemal birlikte Anadolu yollarındaydi, Ankara ise İzmir`e hiç benzemiyordu. O güne kadar iyi şartlarda yetişmiş Latife için karşılaştığı manzara pek de hayallerindeki gibi değildi ve asıl mücadelenin yeni başladığının farkındaydı. Bundan dolayı da eşinin her adımında yanında yer alıyordu. 1 Mart 1923 tarihinde Mustafa Kemal`in Mecliste konuşmasını Latife Hanim da dinleyecek, Meclise giren ilk Türk kadını o olacaktı. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilirken ise o yine Meclisteki yerini almıştı. Çankaya`da yapılan ziyaretlereyse artık kadın-erkek birlikte katılıyordu, ilk protokolü ise Latife Hanim düzenleyecekti. Her şey hızla değişiyor Latife Hanim ise bu değişimde önemli bir yer teşkil ediyordu. Peçeyi çıkarması, giyimindeki modernlik, etkileyici konuşmaları, eşiyle yan yana duruşu ile halkın ilgisini çekiyordu. Ama Latife yapılan yenilikleri, kadın haklarını savunurken de köylünün durumunu gözlemlemiş, notlar tutmuştu; önceliğin halkın eğitimine verilmesi gerektiğini ise her fırsatta vurguluyordu.



Ayrılık ve „Uşşaki“ soyadı

Yeni Türkiye`de bu gelişmeler yaşanırken 1925 yılının Temmuz ayında ikili arasında yaşanan bir tartışma onları ölene kadar yan yana getirmeyecek bir ayrılığa neden olmuştu. Medeni Kanun`un (4 Ekim 1926) hazırlanması aşamasında gerçekleşen bu beklenmedik ayrılığa herkes şaşırmış olsa da ikili bu konuda ölene kadar konuşmama kararı almıştı. Artık ayrıydılar. Mustafa Kemal, Yeni Türkiye için çalışmalarına hızla devam ediyordu; Latife Hanım ise yeni bir hayata başlamıştı, Mustafa Kemal`siz bir hayata. 1934 yılına gelindiğinde ise Soyadı Kanunu kabul edilmiş, herkes kendine bir soyadı almıştı. Uşakizade Muammer Bey ve ailesi ise kendilerine „Uşşaklı“ soyadını seçmişti. Ama Mustafa Kemal Atatürk, Latife Hanım`a babasının soyadını değil de başka bir soyadını uygun görmüştü: „Uşşaki“ yani „Aşıklar“. Ki bu Aşk 13 Temmuz 1975 Latife Hanım`ın ölümüne kadar sürecekti, şu an Viyana Üniversitesinin avlusundaki Latife Uşşaki`nin büstünün altında yazdığı gibi „[...] o ölene kadar ülkesinde yaşadı, çünkü o ona aşıktı“ ( Marianne Maderna)
Latife Uşşaki`nin hayatı üzerine kaynaklar ayrıntılı olarak okunduğunda gösteriyor ki; yaşadığı döneme göre oldukça iyi eğitimli, ülkesinden, ülkesinin sorunlarından hiçbir zaman uzak kalmamış ileri görüşlü bu kadın, bir dönem Mustafa Kemal Atatürk ile el ele aynı yolda yürümüş, Türk kadınının değişimini dünyaya göstermiş önemli bir isimdir. Mustafa Kemal Atatürk ile elleri ayrıldığında bile büyük bir liderle bir dönem yol arkadaşlığı yaptığını her zaman farkında olup asaletinden hiçbir şey kaybetmemiş, tüm dünyanın gözü üzerinde olmasına rağmen açıklamalardan uzak bir hayatı seçmişti. Kendisinin birçok kaynakta, filmde farklı yönleri vurgulanmış olsa da o bugün hala „Türk Kadınının Görünür Olması“, „Kadın Hakları Savunucusu“ kimliği ile bizi dünyada temsil etmeye devam etmektedir...
Ergül Akyürek

Not: Bu yazıdaki bilgiler için, İpek Çalışlar`ın Latife Hanım, Fatih Bayhan`ın Latife Hanım`ın Kağıtları kitaplarından ve Marianne Maderna`nın Viyana Üniversitesinin 650. yılı için hazırlamış olduğu projeden yararlandım.






5 Mart 2015 Perşembe

DEVRİM VE KADIN


 Samsun

Rüzgar, o gün çok sert esmesine rağmen uzaklardan getirdiği koku beni kahkahaların hiç dinmediği günlere götürmüştü. Hayatımda daha önce hiç gülmemişim gibi gülmek çok eskide kalmış gibi hafifçe gülümsedim. Gülümsememin kahkahaya karıştığı bir anda ise rüzgardan daha sert bir kalabalığın üzerime doğru koştuğunu fark ettim. Tek hatırladığım ise sol yanımı saran ateş ve tüm kalabalığa rağmen haksızlıklara karşı dimdik duruşum.

Amasya-Suluova

Aslında içimdeki şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum, bazen tüm umutlara rağmen „korkuyor muyum?“ diye kendime soruyorum, bazense kendimden kaçıyorum... Ama nereye kaçarsam kaçayım meraklı bakışlar beni kendimle tekrar tekrar yüzleştiriyor. Tek tesellim ise demir parmaklıklara rağmen hayatta olması. Ona sorsanız arkadaşlarının yerine ölmüş olmayı tercih edebilir. Benim her gün bin kere öldüğümü bilmeden. İşte bu düşünceler içinde boğuşurken askerlerden birinin yanıma yaklaştığını gördüm -sonunda sıra bana gelmişti- Kapıdan içeri girdiğimde ise o merdivenlerin sonundaki sandalyede oturuyordu, her yeri şişmiş. Yaklaşmaksa yasak! Sol yanımı tarifsiz bir acı sardı, yutkundum ve haksızlıklara karşı dimdik durdum.

İstanbul

Annem, bebekken çok ağladığımı söyler uykusuz gecelerini anlatırdı. Bazen kalabalıkların en önünde bağırırken aklıma annemin sözleri geliyor, sırf bu yüzden, tüm dünya yapılan haksızlıklara karşı uyumasın diye daha da çok bağırıyorum. Sonra dünyanın başka bir köşesinde haksızlıklara karşı dimdik duran başka bir kadın geliyor aklıma, iste o zaman sol yanım umutla doluyor...

Kadın olmak, Amasya`da, Samsun`da, İstanbul’da, Paris`te, Berlin`de ya da dünyanın herhangi bir yerinde bazen kalbindeki tüm yüklere rağmen tek başına eşitlik için kalabalıklara karşı direnmekken, bazen kalbindeki umutla özgürlük için kalabalıkların en önünde yer almak, umudu yeşertmektir... 8 Mart Dünya Kadınlar Günü de kadınların hakları için özgürlük ve eşitlik mücadelelerine adanmış bir gündür. İlk olarak „Kadınlar Günü“ fikri ise, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan ideolojilerle dile getirilmiş olsa da kadın hareketlerinin ilk girişimleri Fransız Devriminin „eşitlik, özgürlük, kardeşlik“ anlayışı bağlamında belirlenmişti. Fransız Devriminde önemli bir isim olan feminist yazar, politik eylemci Olympe de Gouge 1791 yılında Kadın Hakları ve Kadın Yurttaş Bildirgesi`ni yayımlamış, “Mademki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor, öyle ise kürsüye çıkma hakkı da verilsin” demiş, bu sözlerinden 2 yıl sonra yazdığı bir yazı nedeniyle tutuklanarak öldürülmüştü. 19. yüzyılın devamında ise Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri`nde kadınların en büyük hedeflerinden biri oy kullanma talepleri olmuş, hakları için mücadeleler vermişlerdi. 1910 yılında ise Alman Sosyalistleri Clara Zetkin ve Käte Duncker`in Kopenhag’ta yapılan „Uluslararası Sosyalist Kadınlar Toplantısı“ `nda, kadınların hakları için bu vermiş oldukları mücadeleler onuruna „Kadınlar Günü“ önerisinde bulunmuşlardı. Önceleri bu gün için belirli bir tarih belirlenmemiş olsa da 1921 yılında Moskova`da yapılan „2. Komünist Kadınlar Toplantısı“ `nda „8 Mart“ tarihi „Dünya Emekçi Kadınlar Günü“ olarak belirlenmişti. 16 Aralık 1977 tarihine gelindiğinde ise Birleşmiş Milletler 8 Mart`ın „Dünya Kadınlar Günü“ olarak kutlanmasına karar vermişti. Aslında bu günün 8 Mart olarak belirlenmesiyle ilgili değişik kaynaklarda farklı bilgiler olmuş olsa da bu günün temelinde kadınların hakları için vermiş oldukları mücadelelerin ve devrimci karakterlerinin olmuş olduğu söylenebilir.
Türkiye`de ise „Dünya Emekçi Kadınlar Günü“ ilk olarak 1921 yılında kutlanmış, 1975 yılında ise
„Dünya Kadınlar Günü“ ülke geneline yayılmaya başlamıştı. 12 Eylül 1980 darbesi bu kutlamaların 4 yıl ertelenmesine neden olmuş olsa da kadınlar bu 4 yılın sonunda tekrar sokaklardaki yerlerini almışlardır.
Ama tüm mücadelelere, kazanılan haklara rağmen yapılan araştırmaların pek de iç açıcı olduğu söylenemez, yukarıda sözü geçen ülkeler de dahil olmak üzere edinilen veriler kadın-erkek eşitliğinin sözde olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı da, biz „Kadın“`lar karakterimizde devrimi taşımaktan asla vazgeçmeden giyimimiz, eğitimimiz, haksızlıklara karşı duruşumuz...vs. ile hemcinslerimizin yıllar önce başlatmış olduğu eşitlik, özgürlük mücadelesini yaşamımızın her alanında devam ettirmeliyiz... Çünkü; kadın hakları, tarih sayfalarında adı geçmeyen milyonlarca kadının mücadelesiyle kazanılmıştı. Her gün hayatının her alanında bu mücadeleyi sokakta, evde, okulda... devam ettiren tüm kadınların „Dünya Kadınlar Günü“ kutlu olsun!
Ergül Akyürek
Ekmek ve Gül
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
"Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!
 ...
(Türkçe çeviri: Metin Demirtaş)
(James Oppenheimer`ın yazdığı Ekmek ve Gül şiirini, 1912 yılında Amerika Birleşik Devletleri`nde (Lawrance) 14.000 tekstil işçi grev sırasında söylemiş, slogan olmuştur.)


Not:
 -  Bu yazının başlangıcındaki 3 şehirde geçen 3 ayrı anın betimlemesi annemin 12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşadıklarını içermektedir.

- Yukarıdaki tarihi bilgiler içinse Viyana`da düzenlenmiş „Dünya Kadınlar Günü 100. Yıl Projesi“ve Viyana Üniversitesi kütüphanesindeki kaynaklardan yararlandım.






19 Ocak 2015 Pazartesi

İSLAMDA SAVAŞ VE BARIŞ


Şimdi sizi Viyana`da, aynı insanlar gibi savaşı, ölümü görmüş, eski, ağır bir binanın en tepesinde yer alan ufak bir amfiye götüreceğim, içerisinde ise din adamları, profesörler ve her türlü inanıştan, farklı ülkeden katılımcılar var, olmayan tek şeyse kurulan cümlelerin sonrasındaki "AMA". Konu ise "İslamiyet’te Savaş ve Barış". Benim için buradaki önemli olan nokta ise anlatılanlardan daha çok katılımcıların ve sunumu yapan insanların yorumları, konuya olan yaklaşımları. Tabii konu derin olunca tartışmalar da bir o kadar derin oluyor, din psikolojisinden tutun da, Orta Doğuda uygulanan politikalara kadar her yöne gidiyor. Aslında konu ne olursa olsun  hepimizin aradığı tüm farklılıklarımıza rağmen "umut"; bildiğim tek şeyse bunun ancak birbirimizi dinleyerek, anlamaya çalışarak olabileceği yoksa hepimiz savaşların içinde yok olup gideceğiz, geçmişte olduğu gibi...

Peki! Biz, "İslamiyet’te Savaş ve Barış" ı kısaca nasıl tanımlayabiliriz? Dünya tarihinde savaşları incelediğimizde savaşların zaman içerisinde nasıl değişiklikler gösterdiğini görüyoruz, her savaşın temelinde ise var olan tek şey "güç istemi" dir. Tabii burada gücün şekli de önemlidir, ben konumuz İslam olduğu için hepimizin çok fazla duyduğu bir kelime olan "Cihad" kavramından bahsetmek istiyorum. "Cihad" kavramı Kur`an`da sadece fiziksel olarak, savaş üzerinden çizilmez,  "Cihad"; tartışma biçimi öğretici şekillerde  ortaya konandır. Bu kelime, bir şey için çaba göstermedir ve Tanrı için gösterilen özveride de bu kelime Kur`an içerisinde çerçevelenir, yani "Cihad" hemen savaşa gidilme anlamında kullanılmaz; islami savaş, adaletsizliğe karşı verilen savaşlardır. Biz burada "Cihad"`ı içsel ve dışsal olarak ayırabiliriz; "dışsal cihad": askeri cihadtır ve "içsel cihad" ise içsel eğilimlere karşı verilen cihadtır. Yani dinsel mücadele, bireysel mücadeledir ve hukukla da uluslararası barış sağlanabilir. Mesela; Suriyeli yazar ve düşünür Cevdet Said (1931) bir söyleşisinde şöyle söyler "Cihad fikirle yapılmalıdır, silahla değil! ve şöyle bir örnek verir: "2.Dünya savaşı sırasında Japonya ve Cezayir işgal altında kalmıştır, Japonya teslim olurken Cezayir işgale karşı silahlı direnişi tercih etmiş ve bu direnişte Cezayir`in 2 milyon insani ölmüştür. Cezayir, hala seçimlerde Fransızların etkisi altında kalırken, halk  hür iradesini kullanamamaktadır. Japonya ise düşmanı olan Amerika`da kendi ürettiği arabaları en çok satan ülke olmuştur. İşte bunun nedeni Japonya`nın akli ve insani vasıflarını kullanmasıdır."

 Aslında sorulması gereken çok fazla soru var, bu konuyu İslam olarak sınırlamamın nedeni ise son günlerde yaşananlar, yoksa "Savaş ve Barış" kavramlarını daha önce başka alanlarda da incelendi, ama bazı kavramların yanlış tanımlanması insanlığı bugün olduğu noktaya getiriyor. İşte o zaman da üzerimize oynanan politikaların akışına kapılanlar asla başka bir göze sevgiyle bakamadan, tanıyamadan, dinleyemeden yok olup gidiyor... Şiddet, sözlü ya da fiziksel her inanıştan, düşünceden, ırktan insanlar için kendini ifade edemeyişin göstergesiyken, düşünme, tartışma, tanıma, dinleme zor olan, ama insanlık adına atılmış büyük adımlardır. Daha önce özgürlük için yürümüş, ırkçılık için kurulan kamplara gitmiş, akademik çalışmalara katılmış, çeşitli ülkelerden insanlarla ayni ortamda yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim ki: her şeyin başı "sevgi". Uğruna öldürdüğünüz, öldüğünüz, taciz ettiğiniz inanışlarınızın özünde  de olduğu gibi...
Ergül Akyürek

Not:
- Cevdet Said, bence  okunması ve üzerine düşünülmesi gereken bir düşünür ve yazar; ilgisini çekenler için birçok eseri  Türkçeye çevrilmiştir.
- Daha önce çektiğim fotoğraflar bunlar olduğu için bu fotoğrafları kullandım ama her fotoğraf  adalet adına, ırkçılığa karşı  yürüyüşlerden, kurulan kamplardan fotoğraflar. Zaten en başta da konuşmaları yabancıların içinde yaptığımızı belirtmemin nedeni buydu, bazı söylemler tamamen politik ve her ülkede olduğu gibi bu politikaları göremeyen insanlar olabiliyor, bundan dolayı da bazı insanlar genellemelerin içerisinde zarar görüyor. Bence önemli olan kendini anlatmaktan vazgeçmemek...
- Son olaraksa söylemek istediğim şeyse su, dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım bir başkasının canı acıdığında canımızın acıması gayet insani bir duygu, canımız acıtıldığında da canımızı acıtana kızmamız da insani bir duygu. AMA kurduğumuz AMA’ ların "öldürdüm AMA", "dövdüm AMA" ların insani olduğunu düşünmüyorum.