22 Kasım 2014 Cumartesi

DÜNYALI (HATAY)


Bir ara "Dünyalı" (The Man From Earth) adında bir film izlemiştim. Filmdeki karakter John 14.000 yaşında bir Tarih Profesörüdür. Ve 14.000 yıl boyunca dünyada birçok şeye şahit olmuştur. Gerçekten hem düşündürücü, hem de insanı hayallere sürükleyen bir film. Gerçi bu karakter gerçek olsaydı ve ben o olsaydım o kadar yıl yaşamak nasıl olurdu bilemiyorum ama hayal ederken baş döndürücü olduğu kesin… O zaman gittiğim yerlerle ilgili hayaller kurmaz, “dünyayı gezip, bitirmeye bir ömür yetmez” de demezdim, diyemezdim; medeniyetlerin kuruluşlarından tutun da, ilk yazının bulunuşuna, kanunlara kadar her şeyi en başından görürdüm, dinlerin doğuşlarına şahitlik eder, tarihe yön vermiş isimlerle tanışırdım; Sokrates ile sabaha kadar konuşur, Michelangelo, Davut (David)´a can verirken yanında olur, sadece susardım, Beethoven`a yaşadığı dönemde komşu olur “içindeki o güzel ses o kadar yüksek ki, kulakların sadece dışarıdaki sıradanlıkları duymuyor” der her akşam yatmadan önce dinlediğim “ayışığı sonatı”nı ondan dinler, Marx ve  Engels  Paris`te tanıştığında ben de onlara katılırdım, ne de olsa Darwin ile 2 yıl aynı gemide yolculuk etmiş, notlarını benim yanımda tutmuş olurdu, Heidegger`i ise siyasi görüşleri için çok sert eleştirir, aşkının peşinden gitmesi için yüreklendirirdim…. Hayal edin! daha neler neler…
Savaşlar, dostluklar, barış, insanlar, kültürler, aşk, politika, sanat… İnsanlık tarihi acılarla dolu olsa da , güzellikleri de içinde barındıran bir dünyada yaşıyoruz; savaşları çıkaranlara rağmen barış tohumlarını eken yine bizleriz… İste Hatay, barışın en yoğun hissedildiği,  belki John gibi değil ama ortalama insan ömrüne sığdırılması gerekilen, dinlerin kardeşliğinin yaşandığı, yaklaşık 10 yıldır gitmek isteyip de her seferinde bir sorun çıktığı için gidemediğim -iyi ki de su dönemde gittiğim- güzel ülkemin en güneyinde, topraklarından bereket, barış, dostluk.. fışkıran harika bir şehir. Hemen hemen tüm Türkiye`yi gezdiğim için şehirler arasında az çok değerlendirme yapabiliyorum, her seferinde söylüyorum hiçbir zaman bir yeri başka yerle kıyaslamam ama Hatay`da özel olan bir şey var, oradayken kendinizi hem farklı bir ülkede gibi hissediyorsunuz, hem de her yere asılmış Türk bayrakları, Atatürk`ün fotoğraflarıyla kendinize geliyor “Evet, burası Türkiye” diyorsunuz. Cami, kilise, musevi havrası yan yana olması dışında, insanların “biz tek bir Tanrı’ya inanıyoruz, hepimiz kardeşiz” sözleriyle hoşgörüyü çok yoğun hissederken, din kavgalarına bir kez daha anlam veremiyorsunuz… Esnaf dokusunu hiç bozmadığı için taburelerde kasapta kebabınızı, tarihi künefecilerinde tatlınızı afiyetle yerken kendinizi şehirle bütünleştiriyorsunuz, zaten emin olun halkı sizi kendilerinden biriymiş gibi hissettirmek için ellerinden geleni yapıyor…

Bunun en büyük göstergesi de bizim için Nida abla oldu, Nida ablalarla 20 dk ayak üstü konuşmamıza rağmen akşam bizi kilise avlusuna bakan 150 yıllık konaklarına davet edip harika Antakya mezeleriyle ağırlayıp, şaraplarımızı yudumlarken  bize eski Antakya`yı farklı dinlerden komşularını, aralarındaki ilişkileri, yanlarında çalışan Suriyelilerin orada olmasıyla, Suriye meselelerini tartışmamızı en güzeli de fikirlerimin %90 değişmesini sağladılar… Hayatta en sevdiğim şeylerden biri bakış açımın değiştirilmesi, bildiklerimin bilmediğim olup, öğrenecek daha çok şeyim olduğunu görmektir… Gerçekten bazı şeyler hakkında yorum yapmak için oraya gidip, insanların gözünün içine bakarak aynı sofrada oturmak gerekiyor, acıları da teknoloji üzerinden yaşadığımız için her şey bir anda uçup gidiyor, hal bu ki bir kez acı dolu göze bakarsanız insanlar arasında oluşturulan uçurumların nasıl köprülere dönüstüğünü görebilirsiniz…  Eminim John gibi olsaydım da her şeyi yaşamaya, herkesi tanımaya fırsatım olmayacaktı, o yüzden şu kısıtlı ömrümde isteğim görebildiğim kadar yer görüp, insan tanımak; teknolojinin uzaklaştırmalarına, politikaların ayrıştırmalarına rağmen  pes etmeden yıkılan köprüleri tekrar tekrar kurmak… Çünkü; barış, herkes için geçerli olduğunda değer kazanır… Hatay da, barışın sevgiyle korunduğu, köprülerin temelinin yüzyıllar öncesinden gönüllerde atıldığı,  gelecek adına  umut veren… benim güzel ülkemin güzel şehri.


Ergül Akyürek


ANTAKYA LAHDİ: “Tarihte “Sidemara tipi” lahit grubuna girmektedir. Bu dar yüzündeki kapı ölüler dünyasının kapısını temsil eden bir kapı ve kurban edilecek olan bir boğa figürü yer alır. İki tarafında ise biri kadın bir erkek olmak üzere iki insan bulunur. Kadının bakışları hüzünlüdür, sakallı erkekse elinde kabı ileriye tutarak büyük ihtimalle ateşi canlı tutmaya çalışıyordur.”


“Antakya lahdinin bu yüzünde büyük ihtimalle gençlikten yaşlılığa giden evreler anlatılmaktadır. Yani bir tür vedadır.”


“Lahitin bu yüzünde 5 tane figür bulunmaktadır. Burada bir av temsil edilmiştir. Saha kalkan atın üstündeki süvari aslana saldırmaktadır. İki yanındaki figürler ise onun yardımcılarıdır.”


“Burada ortada genç bir kız figürü vardır ve başına sardığı himationunu onun yas içinde olduğunu gösterir. İki yanında ise pelerinli erkek figürleri bulunmaktadır. Lahidin içinde 1 erkek iki kadın olmak üzere 3 erişkinin iskeleti çıkarılmıştır.”


 (Sarhos Dionysos Mozayigi M.S. 2. YY.)


                                                             Soteria Mozayiği M.S. 5. YY.



                                                                                    Uzun Carşı












29 Eylül 2014 Pazartesi

VÜCUT VE FELSEFE


                                         

Ben, kalabalık bir ailede büyüdüğüm için ablalarım ile, kuzenlerim ile çok güzel oyunlar oynardık. Mesela her sene mutlaka tüm aile bireylerine gösteriler hazırlardık; kurardık bir sahne, oturturduk büyükleri, değişik piyesler canlandırırdık... Üniversiteye gittiğimde ise tiyatro klüpleri beni çok tatmin etmeyince, ben de Ankara`da okumanın avantajlarından faydalanıp oldukça fazla oyun izlemiştim. Buraya kadar yazdıklarım "küçükken kendinizi nasıl hatırlıyorsunuz" sorularına verilen cevaplar gibi olmuş ama burada anlatmak istediğim sevdiğim bir alanın yurt dışına gittikten sonra nasıl farklı bir algıya dönüştüğü, biraz da kafalarımızdaki kalıplaşmış felsefe düşüncesini değiştirmek, benim tanışmaktan keyif aldığım isimleri tanıtıp, en azından nasıl çalışmalar yaptıklarını kendimce ortaya koyabilmek... O yüzden bu yazıda yurt dışında yaptığımız bir deneysel çalışmadan ve benim çalışmalarını beğenerek takip ettiğim Renè Pollesch`den bahsedeceğim. Biz, bu çalışmada onun tiyatro oyunu olan "Schmeiß Dein Ego weg!" üzerine inceleme yaptıktan sonra o bizim çalışmalarımıza katıldı ve kendisiyle söyleşi yaptık. Aslında ben bu oyunda da yer alan Martin Wuttke`ye de hayranımdır, Renè Pollesch ile çok güzel çalışmalar yapıyorlar, bir de yaptıklarını neyin nasıl ortaya çıktığını kendisinden dinlediğimde daha da hayran oldum diyebilirim. Ama öncelikle bizim yapmak istediğimiz şeyi kısaca anlatmak istiyorum: Felsefe tarihine baktığımız zaman "düşünce" figürünün ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. "Vücut" ise felsefe için her zaman bir problem olmuştur, yani "Vücut" felsefe için bazen unutulmuş olan bazense hayalet olandır. Bati felsefesi Platon`dan beri düşünceyi irdelemeyi sevmiştir... "Ben kimim?" sorusu ise her zaman felsefenin temelinde yer alır... Peki! burada bahsedilen "ben" acaba nedir? yani buradaki ben "subje" ve "obje" kenetlenmesinin şekli midir? ya da felsefede sorulması gerekilen ""Reel" olan nedir?" sorusu mudur? Mesela, Hegel`e göre gerçeklik "Mutlak Tin" olarak açıklanır ve bu tin de hem us, hem de ruh olandır ve kendini tarih içerisinde ortaya koyar.
Heidegger`e geldiğimizde ise durum değişir ve o "Sein und Zeit" yani "Varlık ve Zaman" kitabında insanı "Dasein" olarak tanımlar ve ontolojik olarak ortaya koyar. Heidegger`den hareketle de deneysel çalışmada amacımız, düşünce ve vücudu felsefe ve tiyatroyu, düşüncenin fizikselliğini sahnede ortaya koyabilmekti. Tabii biz bunu birçok performanstan tutun da sahne okumalarına kadar çoğu gösteride yapmayı denedik ama bu çalışmada temel eserimiz "Schmeiß Dein Ego weg!" ve asıl konuğumuz ise Renè Pollesch`di. Renè Pollesch, 1962 yılında dünyaya gelmiş, Alman oyun yazarı ve rejisördür, genel olarak çalışmalarında ise enstrüman olarak felsefe metinlerini kullanır... Bir eserinde Nancy`den cümleler duyarken, başka bir eserinde Agamber`in cümleleri vardır. Zaten kendi de bu durumu şöyle açıklıyor "Amacım sadece seyirciye lezzet vermek değil, başka bir sorunun peşinden gidebilmek, yeni bir arayışın içine, yeni bir heyecanın içine girebilmektir..." Ki emin olun bu cümleleri kurarken gözündeki ışık, sesinde bitmeyen heyecanının içsel tınısı, hem görülebiliyor, hem duyulabiliyor, hem de hissedilebiliyor... Bizler, belki önümüze koyulanlardan dolayı belki de şartlardan kaynaklı genel olarak dünyada popüler olmuş oyuncuları, yazarları...vs. takip ediyoruz, ama bu bahsettiğim isimler de gerçekten çok başarılı ve takip edilmesi gerekilen kişiler...

Mesela, Christoph Schlingensief diye bir isim var (bu adam nasıl anlatılır bilmiyorum, 2010 yılında kanserden öldü ama hastalığı boyunca hiç pes etmeden üretmiş, sıra dışı bir adam.) kendisi hasta olduğu dönemde Martin Wuttke ile çalışmış ve bu çalışma sırasında Martin bir akşam ona şu soruyu sormuş: "insanlar nasıl ölmeli?" Tabii dururlar mı hemen sahnede provalarını yapmaya başlıyorlar, ama insanların bu durumu anlamadıklarını fark ediyorlar ve Christoph`un sahnede ölümü tamamen sıradan bir ölüm olarak görülüyor. Bizim incelediğimiz "Schmeiß Dein Ego weg! "`in bir yerinde de oyuncu şöyle söylüyor "Başkasının ölümünü biz bizim dışımızda buluruz" Yani bu dışında olma durumu, dışarıda ortaya çıkar. Vücut burada yoldur, geçittir... Biz bu örneği Heidegger`de bulabiliyoruz: Ona göre insan öleceği üzerine düşünceyi başkalarının ölümünden anlar ama aslında ölüm bizim özümüze ait olandır. Ama bizim dışımızdaki insanların, tanıdığımız ya da tanımadığımız insanların, her gün ölüyor olması bizde ölüm tecrübesini gündelik gibi görmemizi sağlıyor. Yani sahnede "ölüm" gerçekleştirildiğinde bu anlık gündelik bir şey gibi algılanır, ama bu kişinin özüne ait olandır, bir tecrübe değildir. Çünkü insan bir kere ölür. O zaman buradaki sorulması gereken soru şu mudur: "Biz gerçekliği nasıl belirleriz?" ya da şöyle söyleyelim "tiyatroda gerçekliğin, bunu göstermenin limiti nedir?" "oyuncu bir cümle kurduğunda, tiyatro vücut üzerinden gidebilir mi?"


Sorular çok, ama emin olun Pollesch`de de cevaplar çok... Pollesch, Münih`te Martin ile birlikte bir oyun sahneye koyuyor ve belirli bir anda provalar yapılırken akıllarına "göstermenin sınırı" cümlesi takılıyor ve Nancy`nin „Nach der Tragödie“ kitabı kafalarındaki beliren sorulara cevap bulmak için yardımcı oluyor. Biz, sürekli tiyatroyu "aşk ve ölüm" üzerine incelersek kayıtsız bu konuya teslim olup tiyatronun gerçekliğini trajedi, trajik aşk hikayeleri... diye belirleriz... Mesela, "Romeo ve Juliet" sürekliliği olan bir aşk mıdır? ya da bu gerçekten anlatılabilir mi? ya da her düşünceye göre bu hikaye bir evrensel ask hikayesi midir? bu bir kısım seyirciye göre heteroseksüel bir aşk hikayesiyken, başkasına göre değildir... o zaman neden evrensel olmalıdır? Yani anlayacağınız tiyatro her zaman "aşk ve ölüm" `e yenik düşüyor... Aslında Renè Pollesch`in yapmak istediği şeylerden biri de tiyatroda yanlış bulduğu, problem olarak gördüğü kavramları sahnede yaptığı deneysel çalışmalarla aşabilmek. Bundan dolayı da "Schmeiß Dein Ego weg!"`de alışılmışın dışına çıkarak vücut ve içsel eğilim, içselliği ve dışsallığı sahnede çözümlemeyi deniyorlar.

İşte biz bu düşünceyi de Nancy`nin "Corpus" kitabında görebiliyoruz. Nancy de bu kitabında, ruh ve beden, içinde ve dışındalık, beden ve duygu ikilik birlikteliğini vücut üzerinden çözümlemiş, vücut üzerinden öğrenmeyi bize sunmuştur.
- Peki, "bu tiyatro oyunu, düşüncenin olmadığı bir tiyatro oyunudur" diyen Pollesch için tiyatroda "Vücut" mu "Düşünce" mi önemlidir?
Felsefe açısından baktığımızda biz "Vücut" u yeniden formüle edebiliriz, bunu burada yapmayı deneyebiliriz... Ama tiyatroda vücut olmadığında düşünce önemlidir... Çünkü seyirci "Vücut" üzerinden düşünceyi çizmek zorundadır ve sahnede insanın iç dünyası da dışarıdadır... içinde değil! Biz dansta gösterileni görüyoruz, çünkü dans eden vücut vücuttur ama tiyatroda gösterilen konuşmayla karşı karşıya geldiğinde "vücut" yabancılık hissediyor... Yani "Vücut" yabancı kaldığı konuşmayı benimsemek zorunda kalıyor. Zaten textler de bu yabancılıktan yola çıkarak inşa ediliyor... İşte felsefi metinler de burada bizlerin yardımına koşuyor... "Schmeiß Dein Ego weg!" `in bir yerinde Martin söyle söylüyor: "İz düşüm olarak insanlar konuşmayı ileride herhangi bir vücutta kabullenebilir ya da bu konuşma, ses olarak buradan buraya görülebilir, bu vücudu belirtmeyi, iz düşümünü çizmeyi dener (...) konuşma vücudu belirtmeyi dener. Evet, burada kim konuşuyor?(...) Ruh ve vücut aynıdır, birdir! ruh ve dudak aynı, birdir! bu daima vücuttur! o da burada (...)" İste Pollesch bu oyunda bu konuşma ve beden arasında meydana gelen yabancılığı ortadan kaldırmayı deniyor, çünkü burada seyirci koltuğunda oturan sadece seyirci değildir oyuncu da o koltukta oturmak zorundadır! Pollesch`in hazırladığı başka bir oyun olan "Zuhause-Hotels"`de ise konu bir otelin etrafında gelişiyor... Bu otelde "bir yer" satıştadır ama aynı zamanda da "evde olma hissi" de satışa sunuluyor. Ve şöyle bir cümle kuruluyor: "ben benim hayatımın en güzel deneyimini satın aldım" Yani ben benim hayatım için önemli bir deneyimi para ile yaptım. Şimdi burada bir otel var ve deneyimsel bir alan oluşturuyorsun, birden bire arkadan bu cümle geliyor: "ben bunu satın aldım" İşte bu tiyatro için bir problemdir! Bundan dolayı da Pollesch kalıpları kırarak isyanını vücutla yapıyor. Ona göre tiyatro yüzeyin tiyatrosu, hislerin yüzeyde oluşudur...

Bu düşüncesini ise yine "Schmeiß Dein Ego weg!" in bir kısmında şöyle belirtiyor: Martin; "Aşkım, Aşkım... senin ellerin benim içimde... Bunlar da dışarıda ve bu görülebilen, bu bir problem! Benim içtenliğim görülebilir, çünkü benim hazinem burada işte tam karşında o benim vücudum! Ben hislerimi söylediğimde bunları sadece vücudum ile söylerim, içeride değil! Sen, sana drama anlatılsın istiyorsun ama üzgünüm vücut dışarıda... Vücut, duygudur; duygu da vücut ve o da dışarıda. Biz onunla ilişki içindeyiz ve onunla devam ederiz çünkü o dışarıda"  İşte biz bu oyunda geçen cümleler olsun, verilmek istenilen fikirleri olsun hepsini felsefe tarihinde bulabiliyoruz... Bir yerde Nancy`den sözler bulurken bir yerde ise sahnede Heidegger`in geliştirdiği teorilerin nasıl vücut bulduğunu, ustalıkla kurulmuş sahne dekorundan tutun da oyuncuların profesyonelliğine kadar her noktada görebiliyoruz...

Oyun uzun, senarist çok dolu ve yaptığı isi keyifle yapınca söyleşi bende 30 sayfayı bulmuş; dinlemek, izlemek, tanışmak ise hem şans, hem de büyük bir keyif... Düşünsenize bir gün babaannenizin evinin merdivenlerine akrabaları, komşuları oturtup piyesler yapıyorsunuz, sonra öyle bir an geliyor ki iste onun tarifi de  bende yok...
Ergül Akyürek

Not: - Yukarıda da belirttiğim gibi çalışma çok uzun, blog yazısı olabilecek bir yazı değil çünkü bu çalışmaları günde bazen 13 saat çalışarak, saatlerce süren ön hazırlıklarla yaptık. Ben yine de elimden geldiğince Pollesch`i tanıtmaya çalıştım, umarım ilginizi çekmiştir...
- Özellikle Heidegger`den ve Nancy`den kafa karıştırmamak, biraz da temel bilgi istediği için çok behsetmedim ama bu oyun için özellikle Nancy`nin "Corpus" kitabı önemli bir yer tutuyor.
- Konuyu bildiğim için biraz oradan oraya geçmişim gibi görünebilir ama emin olun adam çok dolu, deneyim de çok olunca toparlamak çok zor oldu...

- Konu gerçekten çok derin, zaten projeler böyle oluyor o yüzden ben genel olarak bahsedip, tek bir noktayı ele almayı deniyorum... Ama Pollesch sayesinde o kadar çok yeni isim tanıma fırsatı buldum ki ... Mesela, bu ara sürekli çalışmak zorunda olduğum için uzun saatler masa başındayım ve masamın manzarası da büyük bir caddeye bakıyor... Pollesch sayesinde tanıdığım Fransız dans teorisyeninin denediği bir çalışmayı, yapmam gerekenleri yaparken, dışarıyla aramdaki cam sayesinde  deneyimleyebiliyorum... Vaktim olursa hem  bu çalışmayı, hem de benim deneyimimi başka bir yazıda yazmak istiyorum...

- Ben burada su oyun, bu kitap, bu filozof diye yazıyorum ya... emin olun birçok şeyi ben de isin içindeyken öğrendim. Yani adamlarda zaten çok iyi bir altyapı var ve her şeyi o kadar güzel ilişkilendiriyorlar, "onu da yaptık, bunu da yaptık" diye anlatıyorlar ki... ben şu konuşmadaki verilen örnekleri tek tek yazsam gerçekten şaşırırsınız; bir saat içinde bir sayfa bilmediğin kitap, tanınması gereken isim, izlenmesi gerekilen oyun listesi çıkarıyorum ve tam temeli oturttum derken öğrendiklerimin bir damla bile etmediğini görüyorum... Sanırım işin en keyifli yanı da öğrenmenin hiç bitmediğini gördüğünde  başlıyor...

26 Eylül 2014 Cuma

BİR TATLI HUZUR




Yolculuk her zaman insana çok şey katar, hele de bu kara yolundan yapılırsa tadından yenmez… Düşünsenize bilmediğiniz ülkeler, şehirler, insanlar, sürekli değişen iklim şartları, bitki örtüsü… hepsine yaptığınız yolculuk boyunca tanık olabilir, zihniniz sürekli farklı boyutlara geçip hikayeler üretebilir…
Ben de Temmuz ayında şans eseri kuzenim ve eşinin İngiltere’den Türkiye’ye arabayla dönmesi üzerine arabayla Viyana`dan Türkiye`ye gitme fırsatı yakaladım. Bu yolculuk üzerine oturup sayfalarca sosyolojik bir inceleme yapabilirim ama bu yazıda anlatmak istediğim, sadece “Yunanistan”. Ben hep Yunanistan’ı keşfetmeyi – aman yakında ne de olsa… düşüncesiyle sona bırakıyordum ki Yunanistan sınırından geçip kalbimin hızla atması, ciğerlerime çektiğim o mis gibi havasıyla fikrim tamamen değişti, her zaman söylerim – bir şey seni heyecanlandırıyorsa koş peşinden, o seni bıraksın, sen değil! diye. O yüzden zamanımın kısıtlı olduğu şu günlerde bir fırsat yaratıp kalbimin sesini dinledim ve Esra ile (ablam) Yunanistan`ı adalarından, köylerinden… gezmeye başladık…
İnsan büyük şehirde doğup büyüyünce hep kendini korumayı öğreniyor, kalabalığın içinde adeta görünmez oluyorsunuz, zaten çoğu zaman da görünmek de istemiyorsunuz; küçük yerlere gittiğinizde ise kuşandığınız zırh bir anda ortadan kalkıyor, herkes seni görsün, sen onları onlar da seni keşfetsin diye daha da uzun bakıyorsun insanların gözünün içine, ne de olsa herkesin hikayesi vardır o gözlerde ve bilirsin ki o gözler gülümsemenin altında bir şey aramaz.  İste o yolculuktaki sen de gerçek sensindir ve aslında yollarda yabancıyı keşfederken, kendini de keşfediyorsundur…
– Peki, bu gezide ben ne öğrendim?
Sanırım ben: bazen bir tabloda her  renk olmayı bazense yorumcu olmayı; bazen garson bir kadının bisikletten düşen çocuğu için hissettiği acıyı, bazense acının sevgi dolu bir sarılışla nasıl hızla iyileşebileceğini;  bazen  yaşlı  bir teyzenin anlamadığınız dilde size olan beğenisini ifade ederken ki dokunuşundaki sıcaklığı, bazense başka bir teyzenin sizin için çiçek toplayıp, senin için derken ki gülüşündeki samimiyeti; bazen yeni bir lezzeti, bazense bildiğin bir lezzeti hiç denememiş gibi tatmayı ve aslında lezzetlerin de olduğun yerin hisleriyle harmanlanıp hep ağızda yeni bir tat bıraktığını; bazen, fotoğrafa bakan bir çift gözdeki geçmişe duyulan özlemi, bazense hayatta tutanın o fotoğraftaki ana duyulan özlem olduğunu … Kısacası; Yunanistan, akşam meydanlarında içilen uzolarıyla, mezeleriyle, insanların sevgi dolu dokunuşlarıyla, mis gibi kokusuyla, dokusuyla, renkleriyle… görülmeye değer; heyecanı, huzuru… içinde barındıran  güzeller güzeli komşumuz…
Ergül Akyürek































24 Temmuz 2014 Perşembe

HER İNSANIN GÖZLERİNDE AYRI BİR HİKAYE VAR




Hayatımda "Öğretmen bulmak için dünyayı gezmeye razıysan yandaki eve bir tane gelir." sözünün çok büyük bir önemi vardır. Geçenlerde bu sözü doğru çıkarır bir an daha yaşadım, aslında bu anları çok fazla yaşıyor olmamın temelinde de hayata sadece bakmamamın etrafımı görmeye çalışmamın da etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum; zaten hep söylerim -bakmak yetmez görmek lazım diye... O yüzden de hayat felsefem içinde görebildiğim kadar çok yer görmek, tanıyabildiğim kadar çok insan tanımak var. Yaklaşık bir ay önce Viyana`da çok tatlı bir insanla tanışma fırsatı buldum. Bu kişiyle tanışmam ise şu şekilde oldu: Viyana`ya ilk gittiğimden beri yunan heykelleriyle çevrili bir havuzun kenarında ayaklarımı suya sokarken kitap okumayı çok seviyorum, orası benim için uzun zamandır yazları kitap okumak için ideal bir yer haline dönüşmüştür. Helga ile tanıştığım gün de tesadüfler sonucu yine havuzun başındaydım, aslında o gün kitap okumak için gitmedim oraya sadece oraya gitmek istedim ve yıllardır basında kitap okuduğum heykele meraklı gözlerle bakarak hayranı olduğum Michelangelo`nun şu sözlerini düşündüm: "Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum." Tam o sırada da yanıma evsiz, uyku tulumu kolunda bir kadın geldi ve - O heykelin ne olduğunu biliyor musun? diye söze girdi ve başladı heykelin hikayesini anlatmaya: Bu heykelin adı Neptün. Neptün yani Poseidon, Zeus`un kardeşidir. Zeus, gökyüzünün hakimiyken, Poseidon denizlerin hakimidir ve üç dilli bir mızrağı vardır. Ama bu mızrak öyle sıradan bir mızrak değildir yeri sallayabilen, denizde dalgalar oluşturabilen bir mızraktır. Eğer denizde uzun bir yola çıkmışsanız kaderiniz Poseidon`un ellerindedir... Heykelin öyküsü bu ama Helga`nın hayatı da bir o kadar ilginç diyebilirim. Helga, Matematik Profesörü bir babayla müzisyen bir annenin çocuğuymuş. Kendisi de Müzik ve Felsefe eğitimi almış. Ben tezimi "Uzak Doğu Felsefesi ve Heidegger" üzerine yazıyorum” deyince de başladı tezimi anlatmaya, uzak doğu felsefesine olan ilgisini ve 2 yıldır meditasyon yaptığını... Onu şaşkınlıkla  dinlerken bir yandan da Beethoven`ın hayatını ve onun sokaklarda dolaşırken deli olduğunu sanan insanlar geldi aklıma ve tabii ki aslında önyargılarımızla neleri kaçırdığımızı... Belki benim yerimde başkası olsaydı oradan uzaklaşırdı, ama ben orada bu güzel insanla saatlerce muhabbet etmeyi tercih ettim. Çünkü; Helga, doğanın müziğinde dans ederken, Neptün`ün sesinden ürken; üstü başı kir içindeyken kalbi tertemiz olan sıra dışı bir insan. Bana veda ederken söylediği bir cümle ile aslında nasıl bir kehanette bulunduğunu sonradan anladığım ve bence zaman içerisinde daha da anlayacağım benim sevgili arkadaşım. O yüzden, umarım her gün sokakta yürürken ya da bir yerde otururken etrafınıza bakıyorsunuzdur, çünkü bazen hiç ummadığınız bir insan size öyle bir cümle kurar ki tüm hayatiniz değişebilir... Unutmayalım ki her zaman Sokakta Hayat, Her İnsanın Gözlerinde ise Ayrı Bir Hikaye Vardır...

Ergül Akyürek





Not:
- Aslında Helga`yı heykelle birlikte fotoğrafını çekmek istedim ama heykelin sesinin çok yoğun olduğunu ve ondan korktuğunu söylediği için çok da ısrar etmedim. Zaten omzuma dokunarak -benim sevgili güzel arkadaşım diyerek, bana sevgi dolu dokunduğu için onu ömrümün sonuna kadar hissedeceğim.

- Helga`nın bende bıraktığı etkiyi anlatabilmek çok da kolay değil, hele anlattıklarını bir yazıda anlatabilmek çok daha zor. Ama ben yine de ilgilenenler için bu anımı paylaşmak istedim.




14 Aralık 2013 Cumartesi

HAYVAN ETİĞİ PROJESİ

                                     


Tam 9 aydır üzerinde çalıştığım bir proje var, Hayvan Etiği. Öncelikle projenin içeriğinden ve uygulanışından bahsetmek istiyorum. Kısaca özetlersem; Projeyi Avrupa’nın değişik ülkelerinden ve Amerikalı 10a yakın uzman ile oluşturduk. Organizasyonu Veteriner Fakültesi ile ortak yürüttük. Amacımız; hayvan ve insan ilişkisini Post-Anthroposentrizm, Utulitarizm, Post- Hümanizm... açılarından inceleyebilmekti, böylelikle de birçok argümanı inceleme fırsatı bulduk. Açıkçası benim için biraz üst bir projeydi, kabul edileceğimi bile düşünmezken kendimi işin içinde buldum. Organizatörlerden  Prof. Grimm ise bu konuda yetkinlik kazanmamı sağladı.  Her zaman söylediğim gibi samimiyetin Türkçesi, Almancası... olmuyor, o sizde varsa birileri bunu mutlaka ödüllendiriyor.  Projeye dönersek 8 saatlik kapalı konferans yaptık. Benim ilk seminerimde Julia ile birlikteydik ve ben Boddice`in argümanlarının repliğini yaptım. Projede, önce Etik uzmanınızın argümanlarını organizatörlerin gözetiminde, katılımcılara sunar ve replikleriyle birlikte tartışmalı incelersiniz. Sonra uzman gelir ve sunumunu yapar... Konferans, davetli olduğunuz yerde olur ve uzmanlarla birlikte genel olarak Etik çalışmalarının argümanlarını tartışırsınız, bu uzmanlar sizin kendi yolunuzu oluşturmanız için sizi dinler. Yani amaç sadece bilgi vermek değildir, birlikte vakit geçirerek ezberimizi yok edip sizin gün içindeki yolunuzu takip edip, tartışmaktır... Sonrasında özgün felsefi bir çalışma ortaya koymuş ve bunu yazılı olarak da ifade edebilmişseniz projeniz onaylanır. Aynı zamanda da bireyselliğin dışında bu isimlerle grup olarak da  ortak bir çalışma çıkarırsınız
Felsefe deyince, bizler hep Yunan felsefesinden başlarız ya da kavramların sıralanışı her şey Yunan felsefesi üzerinedir. Yani Felsefe, her zaman Batıya ait olan olarak düşünülür. Boddice'nin makalesine de dayanarak bu hayvan etiği içinde de böyle gelişti.  İnsan tarih boyunca hep önemli olmuş ve diğer canlılar her zaman insanın altında yer almış. Bunun en büyük nedeni de Batının hakimiyetidir, aynı insanlar üzerinde yaptığı ayrımcılık gibi... Ama J. Bentham`in 18. yüzyılda, "hayvanlar da insanlar gibi acıyı hisseder" söylemi, hayvanların etik içerisinde tartışılmasına neden olmuştur. Hayvan Etiğinin günümüzde en büyük isimleri de Tom Regan ve Petar Singer`dır. Peter Singer, "Tüm hayvanlar eşittir" argümanı ile bu anthroposentrik (insan merkezci) yapıyı aşmayı denemiştir. Ama bizler her ne kadar bu yapıyı aşmayı denemiş olsak da, altından her zaman insan çıkmaktadır. Robert Boddice`ye göre: Bizler antroposentrik yapıdan çıkmaya çalışırken antroposentrik yapının ontolojik boyutuna geçmekteyiz. Yani insan Darwin`in Evrim Teorisinden sonra bile kendini hayvanlarla özdeş görmemek için hayvanlara "insan olmayan hayvan" adını vermiştir. Bunun altında ise yine insanın doğa üzerindeki hakimiyet gücünü tekrar ele geçirme isteği yatmaktadır. Hatta Peter Singer`a göre, biz eğer hayvanlarla insanların ayrımını yapıyorsak, zencilerle beyazların ayrımını da onaylıyoruz, yani bizim amacımız rasizm (ırkçılığı) ve antroposentrik (insan merkezci) yapıyı aşmak olmaktır! Gelin görün ki yapılan çalışmalar aslında bizim bazı şeylere karşı çıkarken ekonomiyi ve bu tarz yaklaşımları daha da ön plana çıkardığımızı gösteriyor. Boddice bu durumu kanıtlamak için şöyle bir örnek veriyor: Mesela bir çevrecinin "Çevreyi Koru!" söylemi ne kadar doğrudur? biz ne için çevreyi korumalıyız, kim için? Yani doğaya ait hakları biz kendimize ait görerek, aslında saf olan ötekileştirme kavramını desteklemekteyiz. Kısacası, ahlaki değerleri biz kendi kendimize bulup onların doğru olduğunu savunmaktayız ama  değer temelli, hukuk temelli, toplum temelli bir dünya görüsü kabul edilemez, edilse bile bu tamamen antroposentrik (insan merkezci) yapı içinde olur. Örneğin; Vejeteryen olanlar ile Vejeteryan olmayanlar. Vejeteryenlar et yemiyor ve bu durumu destekliyor ama kendisi böyle bir durum üzerinde yorum yaparak doğanın sınırlarını geçerek, kendini bunun kararını verecek kişi olarak gördüğü için antroposentrik yapı içinde kalıyor. Diğer taraftan et yemeyi destekleyen kişiler bunun doğal olduğunu ve kendilerinin de birer hayvan olduğunu bunun doğada normal olduğunu savunmaktadır. Her iki durumda da doğal olmak adı altında vurgulanan insan merkezcilik yatmaktadır. Yani insan mantıksal düşünme yeteneği ile bu kararı verme eğilimi içinde olan bir varlık ve bu özelliğini vurguladığı için aslında endüstriyel zincirin bir parçası oluyor. Buradaki Bati hakimiyetine dayanan yapı çok eski tarihsel yapılara gidemediğimiz için bir noktada tıkanıyor ve kendini yine Antroposentrizm`in içinde buluyor. Aslında bizler dönemsel olarak aşmaya çalıştığımız yapıların yine içinde kalıyoruz. Agamben`in belirttiği gibi, "insan ve hayvanlar zorlandığı zaman aslında ne insanın ne de hayvanın bir önemi kalacaktır." Belki de henüz kendini keşfedememiş bir uygarlık, yeni bir sistem geliştirecek ve batı sistemi tamamen yok olacaktır. Çünkü, kavramların tanımı Batıya ait olduğu sürece, tanımlamaları, buluşları, felsefeyi, sanatı... biz onlara göre açıkladığımız sürece ne antroposentrik yapıyı ne de rasizmi aşabileceğiz.
Ergül Akyürek

(Robert Boddice)
Not: - Elimden geldiğince Robert Boddice'in makalesine dayanarak paradoksal yapıyı ortaya koymaya çalıştım.  Bu konu üzerine ilgisi olanlara her zaman detaylı yardımcı olabilirim, bana mail atmanız yeterli olacaktır.
- Bu proje benim için en yapılamayacak ama içinde yer almayı çok istediğim bir projeydi. Öyle güzel tesadüflerle bana geldi ve her şey zincirleme oluştu ki, gerçekten yüzümde kocaman gülümsemeler oluştu. Aslında bazen olmaz dediğimiz şeylerin olmazlığını kendimiz karar veriyoruz.
- Fotoğrafların bir kısmını ön inceleme yaparken arkadaşım çekmiş, konferans özel bir alanda yapıldığı için fotoğrafları yok. Çalıştığımız tüm isimler yerine bana projemde bireysel yardım eden ve yazıda ismi geçen kişilerin fotoğraflarını buraya ekledim.
Ergül Akyürek
 (Robert Boddice)
 (Prof.Gary Steiner)
 (Prof. Herwig Grimm)