29 Mart 2013 Cuma

BİSİKLETLE YAŞAMAK


                                 

Bisiklet, her ne kadar hayatımın vazgeçilmezleri arasında olsa da, zaman zaman hava şartları hayatımdaki yerini değiştirebiliyor. Havaların düzelmesini beklediğim şu günlerdeyse tekrar gündemimi meşgul etmeye başladı bile..
Geçtiğimiz yıllarda Avusturya`nın belirli bir kısmını Nazlı ile birlikte bisikletle gezmiş, beklenmedik maceralar yaşayarak etrafımızdakileri oldukça korkutmuştuk, kendimden hiç söz etmiyorum bile; uçurumdan yuvarlanma tehlikesi, Tuna nehrine düşme tehlikesi, gece ormanın içinde hiçbir malzeme olmadan karanlıkta bisikletle kalma, kaybolma, çanta kaybedip polislik olma, tanımadığın insanlarda kalma, ana yolda karşıdan gelen arabanın üstüne bisiklet sürüp belirli boşluklarda durarak yolunu bulmaya çalışma… 
Tabii ki bunlar, yolda olan insanların başına gelebilecek olası  durumlar. Zaten bisikletle uzun yolculuk yapmak öyle bir şey ki; bir kere başladığınızda  aklınız tüm tehlikelere rağmen yollarda oluyor…  O an vücudunuz sizden bağımsız çalışırken, zihniniz de  farklı tecrübeler yaşıyor. Yolun neresi olduğunu nereye çıkacağını bilmeden pedallara basıyor, bilinmezliğin güzelliğini yaşıyorsunuz; bir kasabaya, şehre girdiğinizde ise tanımadığınız insanların bakışları sorularıyla baş başa kalıp, yabancının gözünden kendinizi görüyorsunuz. Yani, yer yer yabancı, yer yer yolcu, yer yerse dünyayla bütün olmuş, isimsiz biri. Kısaca bisikletle yaşamak, bazen yeniyi, bazen yabancıyı, bazen doğayı, bazen tehlikeyi, bazense kendini keşfetmektir!

Ergül Akyürek





17 Ekim 2012 Çarşamba

BÜTÜN GECE MÜZE


Ayağımın tozuyla Viyana’nın olmazsa olmaz etkinliklerinden birinin içine düştüm: „Lange nacht der Museen“.
Süper bir yaz tatilinden sonra her ne kadar – of pof.. diyerek gelmiş olsam da Viyana´ya, bir kez daha anladım ki  buranın etkinlikleri olmadan da olmuyormuş. Açıkçası bol bol gezdim, yüzdüm, yeni insanlarla yeni maceralar yaşadım; tatilin ilk 10 gününü Endülüs Bölgesi ve Fas’ı gezerek, 2 ayını Türkiye´de küçük bir kasabada ablalarım ile birlikte çalışıp, her gün sokaklarında insanlara selam vererek, denize girerek, geceleri bazen  kumsalda bazen  Turan amcanın dondurmacısında,  bazense  çorbacıda muhabbet ederek..  Son 15 günümde ise İstanbul´da  annem-babam ile  evde olmanın o inanılmaz huzurunu yaşayarak geçirdim.
Hal böyle olunca  Viyana´ya da gelmek istemedim, ama Viyana bir kez daha bana beni ona bağlayan yüzünü  gösterdi. Bu şehir acayip bir yer, bazen  o kadar sessiz oluyor ki  iç sesimiz bile susup bu sessizliğe eşlik ediyor, bazense öyle bir etkinlik oluyor ki bu kadar insan nereden çıktı diyorsunuz. İşte”Lange Nacht der Museen” da saat 18´den gece 1´e kadar şehirdeki  tüm müzeleri yani 121 ayrı yeri tek bir biletle gezebilmenizi sağlayan, buranın bitmek bilmeyen kültür etkinliklerinden sadece bir tanesi.  Açıkkçası açık hava müzesi görünümü olan Viyana´nın tarihi binalarının camlarından akşama bakmak çok güzeldi. Benim bu güzel geceye sığdırabildiklerim ise:

Prunksaal: VI. Karl tarafından yaptırılan bu kütüphanenin ortasında VI.Karl’ın  kendi heykeli bulunmaktadır. Bu yapı dünyanın en iyi Barok kütüphanelerinden biridir.

Kunsthistorisches Museum:  Bu yapı Avrupa`nın en önemli sanat müzelerinden birine ev sahipliği yapmaktadır:  Mısır ve Yakın doğu Koleksiyonu, Yunan ve Roman Antik Koleksiyonu, Kütüphane, Madeni Paralar koleksiyonu, Dekoratif sanatlar koleksiyonu, heykeller ve süsleme sanatı eserleri sergilenmektedir.

Sigmund Freud Museum: 1891 yılında Londra ya gidene kadar yaşadığı apartman dairesi müze haline getirilmiştir.

Secession: Bu yapı  üzerine altın yaldızlı işemeleri olan bir kubbeye sahiptir. Ayni zamanda  secession akımının sembolüdür. İçerisindeyse Klimt’ìn, 9.Senfoni`nin bestecisi Beethoven`a adadığı eseri bulunmaktadır.

Phantastenmuseum: bu müze Viyana Okulu kökeninden gelmektedir.

Naturhistorisches Museum:  Sanat Tarihi müzesinin karşısında bulunan bu tarihi binada 30 milyonun üzerinde obje bulunmaktadır.

Ergül Akyürek

2 Mayıs 2012 Çarşamba

WARIBASHI`LERİN UCUNDAKİ SİHİR (YOGA VE TANTRA FELSEFESiNDE VÜCUT)



Güzel bir Suşhi Restorantında Waribashi`lerimin arasından makim düşmesin diye uğraşırken kapıdan hintli bir adamın girdiğini gördüm, tabii ki o an onun son 2 ayımı meşgul edebileceğini, her gün saatlerce sesini duyabileceğimi   bilemezdim. Neyse fazla gizem yaratmadan hikayemize geri döneyim. Bu hintli, benim sadece kapıdan girdiğinde dikkatimi çekmekle kalmadı kendisiyle ilgili  kafamda epeyce  soru belirmesine neden oldu. Şöyle söyleyeyim, adamın çubukları tutuşundan, oturuşuna kadar bir farklılık vardı  - eh tabii ki bana ne ama ne bileyim işte kafam birine takılınca, başlıyor hikayeler üretmeye.- Neyse ben bu sorularla meşgul olurken, gideceğim yere yetişmek için  daha önce bloğumda yazdığım, philosophy on stage#3 `e gittim. Orada biraz oyalandıktan sonra, kafamın içindeki sorular tam uçtu gitti derken kapıdan aynı hintli adamın girdiğini gördüm, nasıl yani demeye kalmadan, bu esrarengiz adamın sunum yapacakların arasında olduğunu ve 2 gün boyunca bizimle olacağıı öğrendim. Adamı nasıl merak ettiysem, tüm sorulara cevap bulmak için ortam bulmuş  oldum. Neyse o, 2 gün, biz 4 gün orada vakit geçirdikten sonra projenin yazıya dökülmesi ile ilgili gönüllü bir teklif aldım ve bilin bakalım bana kimin konuşması denk geldi, bizim hintli Sriram. Ben tabii her şeyi kenara bıraktım, başladım kendisinin tüm konuşmasını tekrar dinlemeye, yani tamam dinliyorum ama o kadar çok hintçe kelime geçiyor ki arada artık pes etmeye başlarken ufak bir yardımla olayı toparladım  ve bir tanesi transkription bir tanesi  de makale olmak üzere konuşması üzerine bir yazı yazdım.  Tabii adamla uğraşırken günler de günleri kovaladı, ne yapacağım,  bu projeden geçmem lazım, sana takıldım Sriram, yaktın beni derken bizim organizasyonu düzenleyen Arno bana güzel bir haber verdi: böyle bir girişimden dolayı bu organizasyonda sadece bize geçer not vermekle kalmayacağını ders notu olarak yazılarımızın Viyan Üniversitesi Platformunda yayınlanacağını ve ileriki durumlarda projede de yazımın ismimle birlikte yer alacağını söyledi. Uzun zamandır iletişime geçmek istediğim bir isim olduğu için bu proje onunla aramda köprü oluşmasını da sağlamış oldu, hatta  stresli bir dönemimde hem kendi hem de asistanı bana oldukça yardımcı oldular.

Yani anlayacağınız bir öğlen yemeğinde karşılaştığım Sriram, gündemimi çok uzun süre meşgul etmekle kalmadı aynı zamanda sayesinde , tabii benim emeklerim de göz ardı edilemez , hem 30 a yakın ünlü isimden referans almamı,  hem de en önemlisi  yazımın ders notu olarak okutulmasını sağladı. Ben de  Sriram´ın  „Yoga ve Tantra Felsefesinde Vücut „ isimli konuşmasını   ufak tefek kırpmalarla bir de Türkçe olarak  sizlerle paylaşmak istedim; ama paylaşmadan önce Sriram´la ilgili ufak bir bilgi vermek istiyorum: Sriram 1954 yılında Hindistan´da dünyaya gelmiş, T.S.K Desikacher’in öğrencisidir. Yoga üzerine kitapları bulunmaktadır.

" Başlangıçta ARZULAR  vardı.  Ve arzu, etkiyi doğurdu. Sıfır, Biri arzuladı. Gereksiz eşyalar realiteyi yaratmayı arzuladı ve bu arzulanan  realiteye gerçeklik adı verildi ki,  bu  sadece insani ruhunun becerisiydi.  Hint Felsefesinde bu sıfır ve bir, boşluk ve gerçeklik birbirinden ayrılmamıştır. Etki bu yaratılmış rolleri, zıtlıkların içerisinde etkiler.  Oluş ve gerçeklik, sıfır-bir, kadın- erkek ya da içinde- dışında gibidir.  Onlar bu zıtlıkların içinde tatlı, bir huzurdadırlar ama bunlar fanidir. Tantra Felsefesine göre sen, senin üzerinden Shiva´yı ortaya çıkarıyorsun. İlk insan Adem olduğu söyleniyor ve Havva da öz. Adem onun arzusunu istiyor ya da onu arzuluyor. Ama o ,onu ortaya çıkaramıyor ve onun arzularının gücü onu bozuyor. Ve bu etki bugün hala devam etmektedir. Bugün dijital  dünya bu ikilikler üzerinden devam eder. Peki bu gerçeklik adını verdiğimiz varlık nedir? Biz bu varlığı tek tasarlayabilir miyiz? Biz varlığımızın zincirlerinden kurtulup, özgür olabilir miyiz?
Meditasyonun genel fikri, Hindistan´da başlamıştır. İnsan, ben kimim? , ben nereden geldim?  nereye gidiyorum?  güce sahip miyim? gerçeklik özgürlüğünü kazanmak için ben bu gücü elde edebilir miyim?  temel soruysa sonsuzluk tartışmasıdır. İnsan aslında hep huzuru arar. Ama bu huzur onun için hiçbir zaman devamlı değildir, sürekli arar, sürekli sorgular. Huzur her zaman içtedir, bilgiyse herhangi bir yerde dışardadır. Peki biz bu bilgiyi içerinin ve dışarının üzerinden nasıl elde edebiliriz? İşte bu da meditasyon fikrinin başlangıcıdır: 2 kuş  dalın üzerinde oturuyor. Bir tane kuş meyve yiyor, diğeriyse ona bakıyor. Yani bakan kuş ve etkin kuş. Biz bu iki kuş arasında nasıl bir bütünlük kurabiliriz? Ya da obje ve subje arasında nasıl bütünlük kurabiliriz? Bu soru başlangıçtır. Biz bu subje ve objeyi birleştirdiğimizde, genel yolu bulabileceğiz.  Shiva ise biz bu yolu ararken  kozmik dansına devam ediyor, hem içeride hem dışarıda, hem günde ham de aksamda, hem yazda hem de kışta aynı zamanda anın içinde karşıtlıkları buluşturuyor.

Ben meditasyon yaparken nefes verdiğimde başlangıcı bulmak istiyorum. Ben onu nerede bulabilirim? Kafamın içinde mi?  Kelimenin içinde mi?- Hayır, biz onu vücudun içinde bulabiliriz. Bu işte temel fikirdir, vücut burada önemli bir rol oynar; çünkü o başlangıcı ifade eder. Boğaz grubu içeride ve dışarının arasında hakiki  başlangıçtır. Ben yemek yerim, su içerim, su dudaklarımdan içeri gider.  Her şey boğaz grubunda başlar. Nefeste. Hava  mekandadır, bizim dışımızdadır, dudağımızda, ağız boşluğumuzda ama hava boğazımızdan içeri girdiğinde bize aittir artık o nefestir. Hava dışarıdadır, objedir; nefes içeridedir, subjedir.  Vücut, ruh için bozukluk değildir. Asla vücut  bir problem olarak kabul edilemez. Biz, düşünürler gibi vücudumuzla savaşmak zorunda değiliz. Yol her zaman vücudumuzun içinden gelmektedir. Onu yok saymak zorunda değiliz. Vücut ve ruh hiç bir zaman birbirinden ayrılmaz. Bu ayrım dualizmdir yani 2 kuş gibi, sıfır ya da bir gibi… Yol ise meditasyondur, Hint felsefesinin, yoganın yoludur. "
Ergül Akyürek

Not: Fotoğrafları  http://www.sriram.de/yogaweg/termine.shtml  adresinden aldım.

      

21 Nisan 2012 Cumartesi

YA SONRA?- DELI KASAP



26 NISAN 1986 YILINDA GERCEKLESEN CERNOBIL`IN  26. YILDÖNÜMÜ ICIN "YA SONRA?" ISIMLI YAZIM DELI KASAPTA.

22 Ocak 2012 Pazar

BEETHOVEN`A KOMSU OLMAK



Sabahın erken saatlerinde bir adam, siyah, uzun pardösülü, gri saçları omuzlarına düşmüş, keskin bakışlı, Viyana'nın Arnavut kaldırımlarında mırıldanıyor, elinde not defteriyle... Sokaktakilerse onun bakışlarıyla karşılaşmamak için kenarlara çekiliyor, aralarında fısıldaşıyor, "O, Ludwig van Beethoven", sanki duyabilecekmiş gibi… O ise çevresindekilerle ilgilenmeden  eve ulaşmanın telaşında, güçlü, uzun adımlarla yürüyordu. Evin önüne geldiğinde ise bana bakacakmış gibi hafifçe kafasını çevirdi, bir süre sonra vazgeçerek evinin kapısından içeri girdi. "Dönse beni görebilir miydi?" diye düşünüyordum ki, penceresinden benim olduğum noktaya baktığını gördüm.

-Kaç kere oradan, buraya bakmıştı?
-Bakarken neler düşünmüştü?
-Ben kaç kere o pencereye bakıp, onu düşünmüştüm?

İşte Beethoven'a komşu olmak; onun yürüdüğü yollardan yürürken onu hayal etmek, evinin önünden geçerken penceresinde ışık var mı diye bakmak, demek. Düşünsenize bir de o dönemin Viyana'sında yaşadığınızı ve o dönemde ona komşu olduğunuzu... Boşuna dememişler, "Ev alma, komşu al" diye. Üşenmez her gün pasta, börek v.s. yapıp, "Bu da komşu hakkı, kokmuştur" diyerek kapısına dayanabilirdim. O nasıl bir tepki verirdi, orasını düşünemiyorum. Neyse ki benim bu yüzyıldaki komşum da fena piyano çalmıyor. Tabi ben size bu yüzyıldaki değil; birkaç yüzyıl önce burada yaşamış komşumdan söz edeceğim. Ki Beethoven bize hiç de uzak bir isim değil; çocukluğumuzda ilk öğrendiğimiz melodi, birçoğumuzun teneffüs zili, onun 9. Senfonisi'dir. Daha fazla yakına gelmeden anılarımızda yer  alan bu melodinin sahibi müzisyenin, aynı zamanda sevgili komşumun, ilginç yaşamından bahsetmek istiyorum.  


Ludwig van Bethoven'in yaşam hikayesi, 16 Aralık 1770 yılında Almanya'nın Bonn şehrinde, hasta bir anneyle, müzisyen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Babasının müzisyen olmasının etkisiyle çok küçük yaşta yetenekleri fark edilen Beethoven, dört yaşında babasından piyano dersleri alır. Baba Beethoven, alkolik ve elinin ayarı olmayan bir adam olunca bu derslerde Beethoven'a şiddet uygulamaktan hiç çekinmez ki küçük Beethoven daha dört yaşında ufacık elleriyle saatlerce ağlayarak piyano çalmak zorunda kalır. Sekiz yaşına geldiğinde ilk halk konserine çıkan Beethoven, büyük bir başarı sağlayarak "Harika Çocuk" adıyla anılır. Bundan sonra Beethoven'in müzik eğitimi daha da artırılmış, on yedi yaşındayken hocası, C.G. Neefe, "Benim artık sana vereceklerim bu kadar. Sen biraz da Viyana'ya git ve Mozart'la çalış" der. O dönemde Viyana da Viyana, yani müzik önemli yer tutuyor, Viyana üslubu tüm Avrupa'ya yayılmış  durumda. En büyük temsilcilerinden biri de Mozart… Tabi bunu duyan Beethoven umutlarını bavula koyup Viyana'nın yolunu tutar. Mozart'a ilk çaldığında, Mozart; "Bir gün bu çocuğun adını bütün dünya öğrenecek. Çünkü o bir deha!" der. Beethoven tam sevinmişken annesinin hastalığı işleri karıştırır ve umutlarını bırakıp Viyana'ya "Hoşça kal" der ve tası tarağı toplayıp Almanya'ya geri dönerek, ailesinin sorumluluğunu üstlenir. Ama adam olacak çocuk her halinden belli, Mozart'tan da aldığı övgüyle, orada olduğu süre içerisinde güçlü dostluklar kurup başarılarıyla ismini duyurur.
1792'ye gelindiğinde dönemin ünlü müzisyenlerinden Haydn, onun çalışmalarını beğenir ve onu Viyana'ya davet eder. Beethoven için Viyana kapıları tekrar açılır. "Hoşça kal" dediği Viyana'ya bir daha "Hoşça kal" dememek üzere, elindeki bavuluyla tekrar "Merhaba" der ve ölene kadar Viyana'da yaşar. Bu arada tarihler dikkatinizi çektiyse bizim komşu, klasik dönemin en ünlü isimleriyle çalışmakla kalmamış aynı zamanda 1789  Fransız İhtilali'ne on dokuz yaşında tanıklık etmiştir. İhtilalin  özgürlük anlayışına ve Napolyon'a -Avrupa'ya özgürlük getirdiğini düşündüğü için- hayranlık duyan Beethoven, bu etkileri  müziğine yansıttığını, özellikle orta yaş dönemindeki bestelerinde görebiliyoruz.

14 Aralık 2011 Çarşamba

WITTGENSTEIN`IN EVİNDE 4 GÜN



Geçtiğimiz yaz “Wittgenstein´ın Maşası” isimli bir kitap okumuştum, hatta bu ara bunu okuyorum başlığı altında bloğumda da yayınlamıştım. Kitabı okurken, her sayfasında her zamanki gibi “çok yanlış zamanda doğmuşum, çok..” diyerek derin – ah.. lar çekmiştim. Malum baba Wittgenstein sanayi kralı ve sanata düşkün olunca Wittgenstein’ların evi dönemin ünlü sanatçıları ve düşünürleri ile dolup taşmış ki bu kişiler arasında Klimt, Rodin gibi isimler var; gel de kıskanma!


Ama nasıl derin – ah… çektiysem, hayat döndü dolaştı hayatımda yaşadığım en güzel 4 günü, hem de Wittgenstein´ın evinde yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yaşattı. Çok karıştırdım, hemen topluyorum ve bu 4 günün başına gidiyorum; filozof ve film yapımcısı, tiyatro oyuncusu, dans teorisyeni olan ünlü üç isimden ders almaya basladım – of.. ünlü diye yazınca çok havalı oldu, dersin adı:  “Felsefe’nin Unutulmuş Vücudu”

Ama ders derken öyle amfide olan derslerden değil. Organizasyonlara katılıp, işin kıyısından köşesinden siz de programa dahil oluyorsunuz, sonraki aşamalarda da sahnede  devam ediyor eğitim, en son kısımda stüdyoya giriyorsunuz, yani kısaca eğitim okul duvarları arasında değil de Viyana´nın ünlü  mekanlarında gerçekleşiyor…


Bu mekanlarda:  düşünce ve vücudun, düşünce ve performansın, felsefe ve tiyatronun nasıl bir araya geldiğini, düşüncenin metafiziksel el kol hareketlerine itiraz ederek, farklı vücutlarla temas etmiş vücudun zorlukları aşıp, düşünceye, yazıya, söyleşiye nasıl yansıyacagını gösteren  çalışmaları ortaya koyuyorlar. Bizim de  ilk durağımız  Wittgenstein´ın kız kardeşine yaptığı, yani Tractatus´unu tamamladığı evdi. Ben açıkçası bu evde 4 gün boyunca günde 13 saat duracağım için çok heyecanlıydım, aslında bir nevi evde yaşamış da oldum. Bıraksalar Wittgenstein´ın kız kardeşi gibi yaşamamazlık da   yapmazdım gerçi hakkı  var, ev oldukça ağır, donuk  yani pek ev gibi değil. Zaten  tarihe bakınca baya bir badire  atlatmış kimseye yuva olamayınca da  Bulgar Derneğine verilmiş. Gelelim organizasyona yani  “Philosophie on stage #3 ” e. 


İlk gün eve gittiğimde girişteki mutfak kısmını görünce kendimi öğrenci partisine gelmişim gibi hissettim, görevliler ceşitli bölümlerden öğrencilerdi ve sürekli bir telaş vardı, Arno ise yani benim hocam kapıdan görününce ilk düşündüğüm şey buradaki öğrencilerden hiçbir farkı olmadığıydı, o kadar enerjik ve koşturuyordu ki yürüyüşünde bile kendine olan öz güveni belliydi. Erken gelenlerle selamlaştı ama bence o heyecandan kimseyi görmüyordu. Bu duyguyu ben de bilirim konuşurum ama konuştum mu bilmem, görürüm ama gördüğümü hatırlamam… Neyse yavaş yavaş diğer konuklarda gelmeye başladığında işin ciddiyetini o zaman anladım.

Kısaca özetlersem  Avrupa’nın değişik ülkelerinden, Amerika´dan, alanında ün yapmış 30 a yakın isminin önünde rejisör, senarist, sanatçı ve filozof yazan katılımcılar vardı. Ama en güzeli gerek paylaşımdaki cömertlikleri, gerekse incelikleri ile ünvanlarının çok üstündeydiler; sadece sevdikleri şeyi yapıp üretiyorlar, ürettiklerini ise paylaşıyorlardı, isimlerinin önündeki sadece bir formaliteydi. Şöyle ki, yeri geldi bilgilerini paylaştılar, yeri geldi dinleyici oldular, öğrenci ruhları hala devam ediyordu. Birlikte yemek yedik, kahve içtik, akşam içkilerimizi içtik, bir performanstan diğerine, bir odadan diğerine geçerken karşılaştığımız ” LUDWIG… LUDWIG…”  diye bağıran ruhun peşinden gidip, yere oturup onun gösterisini izledik; herkes çok doğaldı. Kullanılan teknolojiden hiç bahsedemiyorum, her şey çok profesyonelce yapılmıştı, yani bazen öğrenci partisinde gibi hep birlikte gençtik , bazense inanılmaz profesyonellikle hazırlanmış bir gösterinin içindeydik. Bazen sahnede bir Hintli: meditasyonu, Yogayı anlattı, bazense Avrupalı Japonya´da yaşamış bir profesör sahnede bilinç ve meditasyon üzerine gösteri yaptı. Bazen iç sesiyle konuşan bir adamın iç sesiyle söyleşini dinledik, bazense profesörler ölmüş filozofların yerine geçip  kulüp kurmalarını ve aralarında tartışmalarını…

Sürekli bir hareket vardı, ben bir ara herkes tiyatro salonuna indiğinde önceden planladığım gibi yukarı eve çıktım, kimse yoktu. Yatak odasında sessiz  film vardı, piyanonun başına oturup loş ışıkta sessizliği dinledim, evlerin yaşanmışlığını dinlemeyi her zaman sevmişimdir. Tabii bu sessizlik odada gösteri yapacak hocanın odaya pilot gözlükleriyle girmesi ile ikimiz için de ilginç bir hal aldı, daha önce evin içinde gözümün içine bakıp “bunun anlamı ne? senin adin ne?” diyen  bir ruhla da karşılaştığım için açıkçası bu beni pek de korkutmadı.


Son gece ise ellerim alkışlamaktan kızardı…  Kendi hocalarımın yaptığı tiyatro ile felsefenin birleştiği performans  çok başarılıydı. Felsefeye gelince  bence şu 4 günde sahnede çok güzel  VÜCUT buldu.
Ergül Akyürek


Not:
– Beni sorarsanız: medya, tiyatro, antropolojide eğitim görenlerle tanışma fırsatı buldum ki onlardan kıdemli olmamla onları oldukça şaşırttım, iç sesim ise “emin olun, derece üstünlüğüm sizinkinin yanında sadece görünür olan, benim sizden öğrenecek çok şeyim var”  dedi. Zaten kıdemin ne önemi var, her zaman her yerde öğrenen olmak eğer ki öğrenebiliyorsan en güzeli…
– Tabii “her şey çok güzeldi” diyorum ama şunu da belirtmek istiyorum. Almanca felsefe- sanat çok kolay bir şey değil, her şeyi yüzde yüz ana dilim gibi algılayamadım. Organizasyondan önce Modern Sanat üzerine Almanca kitap okumaya başladım ama yine de biraz afalladım… Zaten ana dilimde bile o kadar uzun süre felsefeye maruz kalsam algılayamayabilirdim,  birçok program gösteri şeklinde sunulduğu için daha rahattım. Neyse ki projeyle ilgili bir çalışma grubuna davet edildim, anlayamadığım ya da kaçırdığım birçok şeyi onlardan alabileceğim. Tabii o ortamlarda bulunduğunda sevindiğim kadar ülkem adına, kendi adıma  üzüldüğüm de çok şey var, bu konu uzun ve derin umarım başka bir yazıda ayrıntılı yazabilirim ya da konuşmak isteyenle her zaman konuşurum, tanıyıp tanımamam önemli değil,  mailime bir mesaj atmanız  yeterli… ( Burada olduğum süre içerisinde hiçbir zaman ülkemi, ülkeleri  farklı ülkelerle kıyaslamadım.  Kendi öz gelişimimiz için farklı insanlar ile  iletişime geçip, farklılıkları öğrenip eksikliklerimizin üzerine gitmemiz gerektiği kadar ülkeler için de aynı şeylerin geçerli olduğuna inanıyorum.)





– Fotoğrafları üzgünüm ki şimdilik dışarı  çıkarmıyorlar, proje dvd kitap haline dönüştürülecekmiş, ben de en son 2007de yapılan projeden ve gazetelerden bulduğum birkaç  fotoğrafı  bloğuma ekledim.






11 Kasım 2011 Cuma

YA SONRA


                                                                (kazadan önce Pripyat )

 " Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasıdaki nükleer santral, 25 nisan 1986 da reaktörlerden birinde yapilan deney sonucunda 26 nisan 1986 saat gece 1:00 de deney sirasinda güvenlik sisteminin devre disi birakilmasi ve pesi sira yapilan hatalar sonucunda patlamistir. Bu kaza 20. yy in en büyük felaketlerinden biri olarak anilmis, etkileriyse  o günden bu güne kadar hala devam etmektedir "



Bugün internette nükleer santrallerle ilgili bir arastirma okurken, yazi beni internette derin arayislara soktu ve  " arayan ne bulur hesabi " ilgimi ceken bir site ile karsilastim. Belki aranizda bu siteyle daha önce karsilasmis olaniniz vardir; olmayanlar icinse, sitenin sahibi Elena, tam bir motosiklet tutkunu, motoruyla gezmekten cok hoslaniyor, gezileriniyse  bu sitede paylasmis. Ama bu geziler pek de benim blogumdaki  gibi gezi yazilari degil. Elana, Cernobil´de yasamis ve bölgeyi  daha sonraki yillarda düzenli olarak ziyaret edip gördüklerini hem fotograflamis hem de deneyimlerini  web sitesinde  paylasmis. Aslinda yazilarina ve fotograflara bakinca hem deneyimleme istegi duyuyorsunuz, hem de bazi karelerde kendinizi korku filminde gibi hissedebiliyorsunuz; gercekten cok etkileyici…  Tabii okurken  yazilar zihnimdeki toz bulutunu kaldirip,  beni o yillara götürdü . Yasim itibariyla patlamayi hatirlamiyorum ama sonraki yillarda insanlarin dillerinden düsmeyen - etkileri sonraki yillarda cikacak, yediklerimiz ictiklerimiz zehir - söylemlerini hatirliyorum,  bir de aklimda kalan  bir kare var; annemlerin bir arkadasinin kizinin gülüsü… kücük kiz normal cocuklara  benzemiyordu, kafasi vücuduna göre oldukca büyüktü. Bir gece amcamlara gelmislerdi. büyükler ona üzüntülü gözlerle bakarken, biz cocuk bakislarimizla, ilk baslarda - NEDEN - ile baslayan cümleler kursak da, büyüklerin o yillarda sessizliginin cok sey anlattigini anlayamadigimiz icin, yanit gelmeyen sorulardan sikilip, kücük kizi güldürmeye calismistik; elinden yasama hakkinin alindigini bilmeden bizim yaptigimiz garip hareketlere gülüyordu… Bu onu ilk ve son görüsümdü, zaten bir kac ay icinde de ölüm haberi gelmisti. Sonra tabi her sey devam etti sanki o kaza hic olmamis, ölenler ölmemis, zarar gören cocuklar hic dogmamis gibi bizler  hayatlarimiza devam ettik. Kimimiz oldugumuz yerden ses cikardik ama duyulmadi, kimimiz ortalikta ses cikardi ama dinlenmedi, kimimizse her seyi unutup, ders almaktan korktugumuz icin  ayni reaktörün celik bir lahide  gömülmesi gibi etkilerini derinlere gömdük. Ama üzgünüm 1986´da bu kaza gerceklesti, insanlar, doga büyük zararlar gördü… Peki  kazadan sonra neler oldu, o kazanin oldugu terkedilmis yerler ne durumda, iste onuda  Elena anlatiyor: 



" Ukrayna dilinde Cernobil bir cicek ismidir, pelin cicegi. Bu cicek buradaki insanlari korkutur cünkü burada Pelin cicegi incilde gecen bir kiyamet alametidir. 8:10 ücüncü melek borozonunu caldi. Gökten mesale gibi yanan büyük bir yildiz irmaklarin ücte biri üzerine ve su pinarlarinin üzerine düstü. 8:11 Bu yildizin adi Pelindir. Sularin bir kismi pelin cicegi gibi acilasti. Acilasan sulardan icen bir cok insansa öldü. 

Radyasyondan kac kisi öldü bunu bilen yok, tahmini rakamlar olsa da maddi kayiplari belirlemek daha kolay. Actigi etkiler göz önünde bulundurulursa son ölü sayisina kadar gercekte kac kisinin öldügü asla bilinemeyecek. Olay yerine ilk giden itfayeciler olay yerine gidene kadar normal bir yangini söndüreceklerini düsünseler de, karsilastiklari manzari hic de öyle olmamis bir daha evlerine dönememisler. Likidatörlerse radyoaktif kirliligi temizlemek icin görevlendirilmis askerlerdi ama coguna  koruyucu  kiyafetler saglanamadi. insanlar evlerini terketmek zorunda kaldilar, bu terkedilmis, cehenneme dönmüs bölgeyse simdilerde  hayvanlar icin rahat yasayabilecekleri bir yasam alani haline dönüsmüs, kimse onlari avlamadigi icin sayilari oldukca artmis, tabii radyasyonun onlari nasil bir genetik yapiya soktugu, güvenli bölgeyle iliskileri tam olarak bilinemiyor. Pripyat yani hayalet kasaba ise patlamanin oldugu yere  4 km uzaklikta. 1986 yilinda burasi yesil, modern biryerdi. ilk giriste burasi hala yasanilan bir yer olarak görünse de bir binanin üzerindeki su slogan "Lenin'in Partisi Bizi Komünizmin Zaferine Tasiyacak" ,  sanki bize zamanin burada  durdugunu anlatiyor. Kasabadaki sessizlik ise insanin kendisini dünyada  tek basina gibi hissetmesine neden oluyor, sonraki yillarda buraya turistlik gezi düzenlense de insanlar sessizlikten rahatsizlik duymus ve hemen buradan ayrilmak istemisler. Priyattan ayrilip  motorumla  kuzeye Beyaz Rusyaya yöneliyorum. Burasi ayri bir ülke ama radyasyona vize uygulamasi konulamiyor bundan dolayida kazadan en cok etkilenen yerlerden biri de Beyaz Rusya . Yollarda doganin insana ait olan seyleri nasil da yok etmeye basladigini görüyorsunuz, birkac yüzyil sonra insana ait hicbir kalinti kalmasa da buralarda hala radyasyon olacak. Burada doga gercekten cok güzel, cok zengin ama ne suyunu icmeye ne de agactan bir meyva koparmaya cesaret edebiliyorsunuz. Bazi yerlerde ise insanlar yasadiklari yerleri terketmek istememis ve ölürsem kendi topraklarimda öleyim diyerek büyük bir cesaretlilikle burada kalmislar ama onlardan mutluluk hikayeleri beklemeyin, insanlar yasli, yorgun ve mutsuz. Geceleri ise gündüzden daha fazlasini görüyorsunuz, gündüzün sessizligm gece son buluyor, hersey hareketleniyor.  Kazanin en kötü  yaniysa cocuklar, kazadan sonra dogan cocuklarin fotograflari kazanin boyutunu gösterse de yetkililer kazadan önce de bu tür cocuklarin dogdugunu, nedeninin alkol ve uyusturucu oldugunu söylüyorlar. Ama kim ne derse desin yasananlardan sonra  onlar asla normal bir cocuk olamadi.  Ugradigim  kasabalardan birisi de Poleskoye kasabasi, kasabanin eski  isminin anlami mezara yakin demek. Bu kasaba Mogol istilasindan, büyük kitliktan, savaslardan cikmis ama Cernobilden aldigi büyük doz onu yavas yavas öldürmüs, su ansa eski adinin kaderini yasiyor. "


Benim yazdiklarim sitede okuduklarimin ufak bir derlemesi, siteye girdiginizde yazilarin sadece bir gezi yazisi olmadigini, ayni zamanda bilimsel olarak yapilan degerlendirmelerin de oldugunu  göreceksiniz. Elena´nin sitesi 2004 yilinda dünyada en cok ziyaret edilen sitesi olmus, tabii ki övgüler almasi disinda  bir cok yerden tepkilerde almis va yazdiklarinin dogru olmadigi söylenmis. Ama bugün hala ben dahil bu siteyi yeni kesfedenler, bu yol hikayesini okuyanlar var. Umarim bir cogunuz bu siteyi benden önce bulup, okumussunuzdur, siz de benim gibi yeni karsilasiyorsaniz  biraz zaman ayirip o gün yasananlara ve sonrasinda yasananlara bir göz atmanizi tavsiye ederim ki sadece fotograflara bakmak bile isin ciddiyetini  anlamaya yetiyor. Unutmamaliyiz ki; var olan bir seyi derinlere gömsek de o hep orada, yasadigimiz her sey o gün orada yasanip bitmiyor, etkileri görünmez bir güc gibi devam edip,  her gün birilerinin kapilarini caliyor. Umarim bir seylerin farkina varmak icin kapinizin calmasini beklemezsiniz . Cünkü hayalet kasabada  kapilarin hicbir önemi yok.





NOT:  

           - Sunu belirtmek isterim ki, nükler enerji konusunda herhangibir egitimim yok, bilimsel herhangi bir aciklama yapamam; ama elimden geldigince arastirmalari takip ediyorum. Belki bu kaza 25 yil önceki  teknolojiyle  bir deney sonucu olusmus olsa da en son Fukusima´da yasananlar bize  dünyanin her an risk altinda oldugunu gösterdi. Elena` nin yazisinda güzel bir kisim vardi - radyasyona vize uygulamasi  olmuyor - diyordu. Ne yazik ki ülke politikalari sadece o ülkeyi, orada yasayan insanlari etkilemiyor, tüm dünyayi, tüm insanligi, tüm dogayi etkiliyor… 

         - Yazinin basinda bahsettigim kücük kizin o dönemde bu sekilde dogmasinin nedeniyle  ilgili elimde kesin bir bilgi yok, bildigim kadariyla bu konu üzerine tam bir arastirmada yok. Ama o dönem o bölgede dogan cocuklarla hemen hemen  ayni belirtileri tasidigi ve zihnimde yer ettigi icin  hem yazimda anmak, hem de o yillarda evlerimizde olusan sessiz korkuyu ifade etmek istedim.

         - Elena´nin yazilarina göz atmak isterseniz, türkce dahil bircok dilde cevirisine , su adresten ulasabilirsiniz: http://www.elenafilatova.com/

         - Fotograflari Elena´nin sitesinden ve su  http://www.26-04-1986.com/ adresten  aldim. Yazinin gidisatindan dolayi cernobil proje ile ilgili cok fazla fotografa yer veremedim. 
                                                     ( fotograflar icin devam )













27 Ekim 2011 Perşembe

DELI KASAP- SOKAKTA SANAT VAR




  BETHOVEN `A KOMSU OLMAK ` tan sonra SOKAKTA SANAT VAR isimli yazim da   blogun sinirlarini asip DELI KASAP` a konuk oldu. Buradan okumak isteyenler icin...

http://www.delikasap.com/yazi/muzik-otesi/sokakta-sanat-var/2341

22 Ekim 2011 Cumartesi

YESIL GAZETE- ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A





Son yazim- Anneannemin Bahcesinden Slow Food `a - Yesil Gazetede. ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A yazisini farkli ortamda  okumak isteyenler icin...
http://www.yesilgazete.org/blog/2011/10/22/anneannemin-bahcesinden-slow-fooda-ergul-akyurek/

21 Ekim 2011 Cuma

ANNEANNEMIN BAHCESINDEN SLOW FOOD`A



  


 
 
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca  yürüyorum, üzerindeki  kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum,  ayaklarım korkudan geri geri gitse de  içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda  tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla  kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor …   Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler,  ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve  her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum…  Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan  kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. 

Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi  Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem  kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne  bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz-  ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra  anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı,  2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık.  O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki  kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü         güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,   

 ÇÜNKÜ  dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim,  Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop   yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu   bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor. 


Tabii  nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa  büyük bir artı…  Zaten Avusturya´nın  Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar  oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de  "Slow Food da nedir?" diyorsanız:  "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve  bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA,  bu projenin içinde çalışıyor  ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.-  ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum -  ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor,  daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım. 


Bundan sonraki aşama  meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise  açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz   anlarımızın olması. 
"KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Ergül Akyürek