1 Şubat 2018 Perşembe

ÇİN’İN ASİ DEHASI


2011 yılının Nisan ayında, Çinli sanatçı Ai Weiwei Çin Hükümeti tarafından Beijing Uluslararası Havalimanı’nda tutuklandı. 81 gün alıkonan sanatçının çıkarıldıktan sonra Bejing’deki stüdyosunun etrafına kameralar konularak,  pasaportuna da el konuldu. Sanatçı bu durumu protesto etmek amaçlı 2013 yılında stüdyosunun önünde duran bisikletinin sepetine her gün çiçek koyarak fotoğraflarını çekti ve bunlara sosyal medya hesaplarında yer verdi. Onu destekleyenler de bu fotoğrafları #FlowersForFreedom (özgürlük için çiçekler) etiketiyle paylaştı. Bu protesto, 600 gün devam ettikten sonra, sanatçının pasaportunu geri alması ile son buldu.


28 Ağustos 1957 yılında Beijing, Çin’de dünyaya gelen sanatçı, aktivist, tasarımcı, blogger… ve günümüz Çağdaş Sanat alanında en önemli modern sanatçılarından biridir. Babası şair Ai Qing, bir gösteride tutuklanarak çalışma kampına gönderilmiş, Ai Weiwei ve ailesi ancak yıllar sonra Beijing’e geri dönebilmiştir. Çin’de ve ABD’de eğitimlerine devam ettirmiş olan sanatçı birçok alanda sanatsal yaptığı çalışmaların yanı sıra özellikle hükümete muhalifliği ile de tanınıyor. Bu muhalif tutum baskılara uğramasına  neden olsa da sanatçı  şu sözleriyle bakış açısını ortaya koymaktan hiç çekinmiyor: “Eğer sanatçılar insanlık onuru ve insan haklarından bahsedemeyecekse, bunu başka kim yapacak ki?” Nitekim Ai Weiwei’nin çalışmaları çağımızın sorunlarına dikkat çekerek daha iyi bir dünya için yeni bakış açıları ortaya koyuyor. Son dönemde ‘göçmen kampları’ da buna dahil. Ai Weiwei, kampları ziyaret edip, insanların yaşadıklarına vurgu yaparak kamuoyunu bilinçlendirmeye çalışıyor. Yani sanatçı yaratıcılığını duyarlılığı ile birleştiren güçlü bir insan hakları savunucusudur.


En bilinen çalışmalarından biri olan Ayçekirdeği’nde ise 100 milyon adetten fazla porselen ayçekirdeği kullanmıştır. Çin’de bir gelenek olarak seramik yapan bir kasabada 1600’den fazla insana küçük porselen çekirdekler yaptırarak, kasabaya iş imkanı sunmuştur. Mao birçok afişte etrafında ayçiçekleri ile tasvir ediliyordu. Mao, güneş, onu destekleyenler ise ayçiçeği… Bu yüzden ayçekirdekleri sanatçının çalışmasında önemli bir yer tutmuştur.


Bir başka çalışmasında ise sanatçı orta parmağını Tiananmen Meydanı’na doğru uzatarak başlattığı sanat dizisini Eyfel Kulesi, Beyaz Saray gibi ünlü kültürel ve siyasal mekanlarla devam ettirmiş, böylelikle otoriteye de meydan okumuştur.“Benim sanat anlayışım hep aynı kaldı. Sanat ifade özgürlüğüdür, yeni bir iletişim biçimidir. Sanat müzelerde sergilenmek ya da duvara asılmak için yapılmaz. Sanat gönüllerde yaşamalıdır. Sıradan insanlar da herkes gibi sanatı anlayabilmelidir. Sanatın elit ya da gizemli olduğunu düşünmüyorum. Herhangi birinin sanatı politikadan ayırabileceğini düşünmüyorum. Sanatı politikadan ayırma niyeti bile son derece politik bir niyettir.”


 Ai Weiwei, 12 Eylül 2017’de Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Ai Weiwei Porselene Dair” adı altında 100’ün üzerinde eseriyle ziyaretçileriyle buluşmaya başladı. 28 Ocak 2018’e kadar devam etmesi beklenen sergi 11 Mart 2018 tarihine kadar uzatıldı. Sergide sanatçının kapsamlı porselen üretimi yer alırken, aynı zamanda sütun gibi üst üste istiflenmiş porselen vazolar, gerçek yaşamın taklidi, sanatçının Sichuan depremine dikkat çekmek için hazırladığı porselen demirler, Ai’nin Şanghay stüdyosunun yıkılma kararına karşı düzenlediği şölenin anısına 1200 porselen yengeçten oluşan Nehir Yengeci çalışması da müzenin üç katında görülebilir…


Not: - Yazıdaki geçen bilgiler için “Ai Weiwei Porselene Dair” isimli sergiden yararlanılmıştır. Detaylı bilgi için: http://www.sakipsabancimuzesi.org/ sitesini ziyaret edebilirsiniz.


4 Temmuz 2017 Salı

SLOW FOOD



Aldığımız her nefeste, tüm renkleri, sesleri, sözleri… içinde barındıran öyle güzel bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bazen bunun ne kadar değerli olduğunu unutabiliyoruz. Aslında içinde yaşıyoruz da cennetin, farkına varamıyoruz çoğu zaman. Göremiyoruz belki de yokluğunu bilmeden varlığının ne kadar değerli olduğunu; bahçelerimizin, denizlerimizin, insanımızın, dört mevsimin… kapılıyoruz da zamanın getirdiklerine unutuyoruz geçmişte var olanların kıymetini. Aslında çoğumuzun sözlerinde zaman geçtikçe “Anneannemin yaptığı marmelatlar” ya da “eskiden sebze ve meyvelerin lezzeti başkaydı” yer alıyor da ama yine de yeni nesil alışveriş kültürünün etkisinden vaz geçemiyoruz. Hızlı tüketilen yiyecekler, mevsimi dışında üretilen sebze meyveler ya da paketlenmiş ürünlerle paketlediğimiz hayatlarımız. Her şey hızla geçerken hızlıca tüketiyoruz en değerli şeyimizi, zamanı, ‘zamandan tasarruf edelim’ derken…


İşte dünyada buna “Dur!” diyen, Türkiye’de de özellikle son yıllarda oldukça yaygınlaşan harika bir akım var “Slow Food” yani “Yavaş Yemek”. Slow Food, 1986 yılında McDonald's Roma’da ilk defa açılmasına karşı İtalyan gazeteci Carlo Petrini’nin bir grup ile bu olaya protesto etmesi üzerine kurulmuş bir akımdır. Slow Food´un felsefesi  kısaca.. :  Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir.  Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil  yemek yemektir. Bu akım edindiği bu prensiplerle  bugün yaklaşık 150 ülkede 100.000 in üzerinde destekçisi ile endüstriyel gıdalara ve beslenme biçimlerine karşı mücadele veriyor.

Hayatımız, zamanımız, sağlığımız, yerel üreticinin emeği o kadar değerli ki… Aslında Slow Food gibi hareketler bize sadece bunları göstermekle kalmıyor unuttuğumuz değerleri de hatırlatarak, yaşadığımız dünyayı, yaşadığımız coğrafyanın değerini bize tekrar tekrar hatırlatıyor.


“Kalbinizden Sevgi, Tırnaklarınızın Arasından Toprak Eksik Olmasın!!”








Not: bu yazıda kullanılan bilgiler 2011 yılında yazdığım “Anneannemin Bahçesinden Slow Food’a “ isimli yazıdan alınmıştır: https://yesilgazete.org/blog/2011/10/22/anneannemin-bahcesinden-slow-fooda-ergul-akyurek/
- Fotoğrafların çoğu 2011 Viyana'da  Slow Food üzerine yapılan bir etkinlikten. 
- En baştaki fotoğraf ise şu adresten alınmıştır:



28 Haziran 2017 Çarşamba

DUVARDA SAVAŞ VAR!


“Birbirimizin yüzüne bakalım”
En son ne zaman birbirimizin yüzüne baktık ya da hiç tanımadığımız birine gözlerimizi kaçırmadan ‘merhaba’ dedik. Bu kelimeler çağdaş insan  için artık o kadar uzak ki, sesler bir ekranın soğukluğundan yayılıp başka bir ekrana ses olamadan kitleniyor, içte kitli kalanlar ise ekranda hep gülen karelere dönüşüyor, belki de koca bir çığlıkken. Oradan seviyor, oradan bağırıyor, oradan gülüyor, oradan sesleniyoruz… herkese, her şeye… oradan gördüklerimize inanıyor belki de ona göre şekillendiriyoruz hayatımızı, dünyamızı, dünyayı… Facebook, Twitter, Instagram’da gördüğümüz bir görüntü tamamen bakış açımızı değiştirirken, ufacık bir yorum birilerine düşman olmamıza neden olabiliyor; yazılarımızla, paylaşımlarımızla ise birbirimize savaş açabiliyoruz.

Bu durum 1.Dünya Savaşı sırasında ise duvarlara asılan afişlerle sağlanıyordu. Aslında bu afişler daima belirli bir anın elçisi görevini üstleniyordu. Belirli bir dönemde bunu hükümetler duvar gazetesi için kullanırken farklı zamanlarda ise isyancıların kullandığı bir araca dönüşüyordu. Savaşla birlikte ise kullanımı oldukça artan bu afişler zamanla devletlerin propaganda enstrümanı haline geldi. Devletlerin öncelikle böyle bir düşüncesi yoktu ama zamanla toplum psikolojisi üzerinde etkilerini fark etmeleri üzerine bu durum ‘Duvarda Savaş’a dönüştü. Ve bu afişler tüm ülkelerde her zaman tarihsel bir kaynak oluşturacak olan en iyi sanatçıların hazırladığı birer sanat eserine.
Günümüzde ise sanal duvarlarımızda savaşlarımız devam ediyor, birbirimizin yüzüne bakmadan; Sokaklar ise boş.




·         Kaynak olarak 2015 yılında Viyana Üniversitesi’nde yapılan ‘Krieg an der Wand’ sergisi kullanılmış. Detaylı bilgiye ise şu adresten ulaşabilirsiniz. https://de.wikiversity.org/wiki/Ausstellung_Krieg_an_der_Wand  http://www.plakatmuseum.at/WederKriegnochFrieden.pdf

29 Mart 2017 Çarşamba

Eğitimin Önemi



(Ortaokul öğrencileri için çıkarılan bir okul dergisi için severek yazdığım yazım...)

“Kendinizi uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır: Neredeyim? Burayı nasıl keşfedebilirim? Ne yapmalıyım?
Etrafınızda tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz […] Uzay geminize dönüyorsunuz ve beklemeye başlıyorsunuz. Uzaktan iki ayak üstünde yürüyen canlıların size doğru yaklaştığını görüyorsunuz. Onların size ne yapacağınızı söyleyeceklerini düşünüyorsunuz.”
Bir yazarın anlattığı bu hikayeyi belki ilk okuduğunuzda aklınıza şu soru gelebilir “astronota ne olduğu?”. Hadi şimdi bunu okula uygulayalım belki böylelikle “astronota ne olduğu?” sorusuna da ulaşabiliriz. Öncelikle okulu uzayda her hangi bir gezegen olarak hayal edebilirsiniz, sınıfı ise uzay geminiz. Arkadaşlarınızla birlikte uzayı keşfe çıkıyorsunuz... Bugüne kadar görmediğiniz şeyleri görüyor, onlarla ilgili hep birlikte bilgi edinmeye çalışıyorsunuz. Tam her şey iyi giderken bir anda geminiz –sınıfınız- yukarıdaki hikayedeki gibi bir gezegene iniş yapmak zorunda kalıyor. “Neredesiniz?” “Burayı nasıl keşfedebilirsiniz?” öncelikle bu sorulara cevap bulmanız gerekiyor. O sırada başka birinin geminize geldiğini duyuyorsunuz, bu kişi size gezegen hakkında bilgi veriyor –coğrafya öğretmeniniz- daha sonra başka bir kişi yaklaşıyor ve bu gezegenin tarihi hakkında –tarih öğretmeniniz- bilgi alabiliyorsunuz. Onlara sorular soruyorsunuz, yeni bilgiler öğreniyorsunuz. İnsan, büyük bir birikimin sonucunda hayatına devam eden bir canlıdır. Hayatına daha iyi devam ettirebilmesi içinse doğru bilgiye ihtiyaç duyar. Bunun içinse hayatı boyunca sürecek olan eğitimden geçer. Okul hayatımızda aldığımız eğitim bizim belirli bilgi birikimine sahip olmamız dışında yeteneklerimizin geliştirmemize, bilerek düşünmemize de katkıda bulunur. Yukarıdaki hikayedeki astronota “ne olduğu?” sorusunu düşünmüştük, bu aslında sizin üçüncü soruya vereceğiniz cevaba bağlı, yani “Ne yapmalıyım?” sorusuna. Birçok insan bu sorunun cevabını veremediği için ‘herkes gibi’ olmayı tercih eder. Yani astronotun “ne yapmalıyım?” sorusuna cevabı uzay gemisine yaklaşan kişilerden almayı beklemesi gibi biz de bunu hiç kimseden alamayız. Ama bize verilen doğru eğitimle, doğru bilgiyle bilerek düşünmemizi ve hayatımız boyunca devam edecek olan kişisel gelişimimizi de en iyi şekilde sağlayabiliriz. Hem böyle bir eğitim sadece kişiyi geliştirmekle kalmaz, yaşadığı coğrafyayı da dünyayı da daha yaşanılabilir bir hale getirir.
Bilgiye bir uzay gemisinin penceresinden bakar gibi ‘hayretle’ bakmak, onu hayatının içine sokmak, sorular sormak… cesareti geliştirirken, bilgelik kazanmayı sağlar. Böylelikle gemiden –okuldan- çıkıp sosyal hayata atıldığınızda hem çevrenizi hem kendinizi bilebildiğiniz için hikayedeki astronot gibi “ne yapmalıyım?” sorusuna kendiniz cevap verebildiğiniz için daha mutlu ve sağlıklı bir birey olarak yaşayabilirsiniz. Çünkü insan bir ağaçtır ve var olabilmesi için toprağa ihtiyaç duyar. Doğru alınan eğitimse toprağı besleyen en büyük kaynaktır. Toprağı kaynaksız bırakmazsanız dünya kocaman bir ormana dönüşür.


Kaynak: - Rand, Ayn, “İhtiyacımız Olan Felsefe"

5 Ekim 2016 Çarşamba

Tünelin Sonunda Işık Yoksa Tünelin Başındaki Işık Sen Ol!



Şu küçücük dünyadan her dakika, her saniye bir sürü ses yükseliyor, dağılıyor şu uçsuz bucaksız koca evrene... Sesler o kadar yüksek, o kadar fazla ki duyamıyoruz derinlerimizdeki bizin sesini... Ne kadar çok, aslında bir o kadar da azız.. Hep sorularımız var, dünyaya, insanlığa, kendimize… ve tabii ki hiç alamadığımız cevaplar: Nedir insan? Nedir kadın ya da erkek? Nedir şu hiç cevabını bulamadığımız insanlık? Herkesin her şeye söyleyecek sözü, tavrı, kuralları, bağrışları, zaman zaman hiddeti, zaman zamansa küçücük bir çocuğun, savaşın ortasındaki şaşkın bakışlarında kayboluşları var. Ama ne gariptir ki, savaşı çıkaran da biz, savaşı bitirip barış tohumlarını eken de...
İşte bugün sizi, silahla, bombayla tünelin sonundaki karanlık olanlarla; sanatla, fikirle, sevgiyle ışık olanların yaşadığı bir coğrafyaya, Suriye`ye, yani iyinin ve kötünün derin çizgilerle çizildiği, başımızı kaldırdığımızda çok da uzakta olmayan ama bir o kadar da uzak olan o coğrafyaya götürmek ve bir dostumla, Issa Touma ile tanıştırmak istiyorum.

Issa, Halep merkezli bir fotoğraf sanatçısı ve küratör, ama dünya basını onu önemli başkentlerde yaptığı cesur konuşmalarla, Londra`daki Victoria&Albert Müzesi`nde olmak üzere birçok uluslararası koleksiyonda yer alan çalışmaları ve uzun yıllardır devam ettirdiği kurucusu olduğu „Halep Fotoğraf Festivali“ ile tanıyor. Ne yazık ki bazı coğrafyalarda, Sanat, sadece savaş sırasında değil, savaştan önce de ve bir gün barış o topraklara uğrasa da her zaman zor olandır. Ama belki de barış tam da bu noktada başlıyordur, zor olanı başardığınızda. İşte! Issa da savaştan önce birçok zorlukla karşılaşmış olsa da savaşın getirdikleri içinde, ülkesini terk etmeden, halkını, her gün karşılaştıkları „ölüme“ alışmalarını engellemek, en önemlisi de herkesin hakkı olan Barışın kardeşi Sanat ile buluşturuyor, Sanatın olduğu yerde savaştan söz edilemeyeceğini en iyi bilenlerden biri olarak.


Ve tabii ki KADINLAR...
Ne güzel şeydir kadın olmak, sevmek, sevgiyi içinde büyütmek, emek vermek: kendine, tüm dünyaya ve ne kötü şeydir kadının, kendi içinde büyüttüğü, emek verdiğinin nefretinde ilk feda edilen olması. Mesela; Arap Suriyeli, Sünni Müslüman Dima ya da Ermeni Suriyeli, Ortodoks Laure ya da Kürt Suriyeli, Yezidi Zanous ve birçokları gibi İNSAN olduğu unutulup, her seferinde etnik kökeni, dini inanışı en çok da KADIN olduğu hatırlanan, hatırlandığı için de kısıtlanan, dövülen, hor görülen, öldürülen... Nitekim 26 Nisan 2015 tarihinde Halep`te büyük saldırı açıklandığında Dima, Laure, Zanous gibi birçok kadın, etnik kökenlerine göre yetkililerce belirlenmiş kıyafetler içerisinde, Issa`nın 2012 yılında, gençlerin sanat için özgür alan bulmaları için açtığı, „Le Pont Galeri“`ye sığınmış, bir parça da olsa hala içlerinde barındırdıkları özgürlüğe duydukları umut ve hiçbir zaman yanlarından eksik olmayan korkularıyla... Saldırılar sürerken ise Issa, galerisine sığınan bu kadınların kriz boyunca yaşadıklarını, dayanışmalarını, korkularını, umutlarını, hayallerini... kayıt altına almış ve „Kadınlar Biz Henüz Kaybetmedik“ projesiyle onların bu hikayelerini kitaplarla, sergilerle, yaptığı sunumlarla dünyanın başka kösesindeki insanlarla buluşturmuş buluşturmaya da devam ediyor, hikayelerin sahiplerinin çoğunun artık hayatta olmadıklarını bilerek...

Aslında hepimiz ne yaparsak yapalım kocaman bir tünelde uçsuz bucaksız bir karanlığa doğru yol alıyoruz, kimimiz ışığı ararcasına olduğumuz yerde çırpınırken, kimimiz hiç kimseye değmemek için sessiz sedasız yaşıyor, kimimizse Issa gibi, bu dünyadan geçmiş diğer kahramanlar gibi, belki de en büyük bedeli kendilerinin ödeyeceğini bilerek, tüm sessizliğe inat, adete karanlığı yırtarcasına avazı çıktığı kadar bağırıyor: haksızlığa, savaşa, eşitsizliğe...; ışık oluyor: karanlığa, hayata, insanlığa... İşte! Sırf bu yüzden, sessizliğinle karanlığın içinde daha da karanlık olmamak için, geç olmadan, Tünelin Sonunda Işık Yoksa Tünelin Başındaki Işık Sen Ol!!

Not: - Issa Touma`nın fikirlerinin yer aldığı ve „Kadınlar Biz Henüz Kaybetmedik“ isimli projesinde ismi geçen kişilerin hikayeleri bir sonraki yazımda yer alacak...

19 Mayıs 2016 Perşembe

Osman Hamdi Bey`in „Yeşil Cami Önü“ Tablosu...


Yıllarca bir perde arkasında gün yüzüne çıkmayı bekleyen, 2014 yılında mirasçıları arasındaki hukuki süreçten dolayı, rekor ücretle satışa çıkarılacakken, satışı durdurulan Osman Hamdi Bey`in en önemli eserlerinden biri olarak gösterilen „Yeşil Cami Önü“ tablosu, 2 yıl sonra tekrar rekor açılış bedeliyle -10 Milyon TL- 14 Mayıs 2016 saat 15:00`te, yani bugün, başlayacak 291. Artam Antik A.Ş. Müzayedesinde koleksiyoncuların ilgisine sunulacak.
Osmanlı döneminin en önemli ressamları arasında yer alan, Türkiye`de müzeciliğin kurucusu olarak da kabul edilen Osman Hamdi Bey`in 1882 yılında tamamladığı „Yeşil Cami Önü“ tablosunda, Osman Hamdi Bey, Bursa Yeşil Cami’nin önündeki gündelik Osmanlı hayatını tasvir etmiş, Osmanlı Mimarisinin de tüm hatlarını incelikle esere yansıtmıştır. Osman Hamdi Bey`in, yıllarca tablonun sahibi ailenin evinde bir perde arkasında tutulan, daha önce hiçbir yerde sergilenmemiş, sanat danışmanları tarafından „başyapıt“ olarak nitelendirdikleri bu gizemli eserinin, bugün rekor bir bedelle satışının yapılması bekleniyor.
 

Kısaca Osman Hamdi Bey`in Hayatı...
 
1842 yılında İstanbul`da dünyaya gelen Osman Hamdi Bey, Paris`te hukuk eğitimi alırken resme olan ilgisi nedeniyle hukuk eğitimini yarıda bırakarak resim alanında eğitim almaya başlamış ve dönemin ünlü ressamlarının atölye çalışmalarına katılmıştır. İstanbul`a döndükten sonra birçok devlet kurumunda görev alan Osman Hamdi Bey, Arkeoloji alanında yaptığı çalışmalarla yurt dışında da ün kazanmış, İstanbul Arkeoloji Müzesi ve bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi`nin de kuruculuğunu yapmıştır. Müzeci, arkeolog, ressam, resmi adı „Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şâhâne“ olan „Sanayi-i Nefise Mektebi“ ( Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) kurucusu olan Osman Hamdi Bey 1910 yılında İstanbul`da hayatını kaybetmiştir. Genel olarak bilinen en önemli tablosu ise „Kaplumbağa Terbiyecisi“ (Sanatçının 2004 yılında Antik A.Ş.`de açık arttırmaya çıkan tablosu o zamanın parasıyla 5 trilyon liraya satıldı.)


 
Not: - Detaylı bilgi için Artam Antik A.Ş.`nin internet adresini ziyaret edebilirsiniz: https://www.artamonline.com/
- Hayatı ve eserleri için su adresten detaylı bilgi alabilirsiniz: http://www.osmanhamdibey.gov.tr/

25 Nisan 2016 Pazartesi

Çernobil...


30 yıl önce bugün, dünya, sonuçlarını yıllar sonra bile yaşayacağı, insanın yarattığı en büyük felaketlerden birine uyandı.  Kiev şehrine 130 km uzaklıkta bulunan Çernobil kasabası ile Pripyat kasabası arasında yer alan nükleer santral 26 Nisan 1986 gece yarısı saat 01:00`de reaktörlerde yapılan bir deney sonucunda patladı. Bu sönmeyen insanlık mirası, bugün hala etkilerini gösterirken kazadan sonra ilerleyen yıllarda birçok sanatçı bu felaketi çalışmalarına yansıtarak yaşanılan acıyı, çocukların kaybolan geleceğini... tekrar tekrar sanatlarıyla vurguladı. Avusturyalı fotoğraf sanatçısı Roland Verant da bu bölgeyi deneyimleyenler arasında. Verant, 47 günlük bu deneyimi sonucunda ortaya çıkan 250.000`in üzerindeki fotoğrafı kendi kişisel fotoğraf serisine ekleyerek bu bölgeyi sanat alanı içinde izleyicinin bakış açısına sundu.

 Kapıları çalan benim,

Kapıları birer birer.

 Gözünüze görünemem,

Göze görünmez ölüler.
 […]
Yedi yaşında bir kızım.

Büyümez ölü çocuklar.

 Saçlarım tutuştu önce,

Gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim,

Külüm havaya savruldu.
 
 Benim sizden kendim için

Hiçbir şey istediğim yok.



 Şeker bile yiyemez ki

Kâat gibi yanan çocuk.

 Çalıyorum kapınızı,

Teyze, amca bir imza ver.



Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.











 Not:
- Roland Verant`ın Çernobil  Faciasının 30. yılında açtığı 23 Nisan-1 Mayıs 2016 tarihleri arasında gerçekleşen sergisi hakkında detaylı bilgi ve bazı fotoğraflara bu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.gamuekl.org/ausstellung/verant/roland.htm . Aynı zamanda yazıda kullanılan fotoğrafların bir kısmı için de bu siteden faydalanılmışken, şu adresten de fotoğraflara ulaşılabilir: http://www.dailymail.co.uk/news/article-3176005/Inside-Chernobyl-s-no-zone-Eerie-scenes-towns-abandoned-radiation-disaster-30-years-ago-reveal-desolate-hospitals-rotting-homes-discarded-possessions.html
- Fotoğrafların altında yer alan şiir Nazım Hikmet Ran`ın, 6 Ağustos 1945 yılında Hiroşima`ya atılan atom bombasından sonra yazdığı „Kız Çocuğu“ şiiridir. Şiirde, barışa çağrı yapılırken şiir birçok dile de çevrilmiştir. Yazıda şiirin kullanılmasının yazının ve fotoğrafların atom bombasıyla ilişkilendirilmesi ile ilgisi olmamakla birlikte dizelerdeki anlamın konuya uygunluğundan dolayı seçilmiş, bundan dolayı da şiirin bir kısmı kullanılmıştır. 



24 Şubat 2016 Çarşamba

„MACK. SADECE IŞIK VE RENK"



İkinci Dünya Savaşı`ndan çıkmış Almanya`nın belki de en karanlık günleriydi; insanlar mutsuz, umutsuz ve yorgundu. Şehirlerdeki birçok bina tamamen yıkılmış, yıkılmayanlarsa aynı insanların hayalleri gibi yarım kalmıştı. Genç sanatçılar içinse durum daha da içinden çıkılmaz bir haldeydi, Heinz Mack ise bunlardan sadece bir tanesiydi. „Çok zorlu dönemlerden geçtik. Düsseldorf Devlet Güzel Sanatlar Akademisi`nin yarısı yıkılmıştı, savaş sonrası onları temizledik, taşları kenarlara taşıdık. Kışınsa çok soğuktu... Maddi sıkıntılar vardı ve herkes depresyondaydı. Bundan dolayı da düşüncede boşluklar vardı. Kitaplar yakılmış, sadece 3-4 kitap kalmıştı, hiçbir şey yoktu. Bilgi yoktu. Yanlış seçimler yaptığımı düşünüyor sürekli kendime şu soruyu soruyordum „Biz nereden geliyor ve nereye gidiyorduk“„ Sanatta birçok şey denenmiş, savaşsa her zamanki gibi acıdan başka bir şey getirmemişti. „Yurt dışından ise haberler alıyor gelen akımları takip ediyor, varoluşçuluktan (egzistansiyalizm) etkileniyorduk. Peki! Biz „Ne yapabilirdik?“ Uzun bir arayıştan sonra kendime şunu söyledim „en baştan başlamalısın. Piyanonun tek bir tuşuna basmalı ve deneyimsel olmalıydım.“ Almanya savaşın izlerini silmeye çalışırken dünyada da artık yeni arayışlar başlamıştı...
„İşte, tam o sırada „5, 4, 3, 2, 1 ve 0“ insanlar sadece dünyada yaşamak istemiyor yeni dünyalar keşfetmek istiyordu. İşte „ZERO“ böyle doğdu. Her şey „SIFIR“ dan başlıyordu, biz de başlamalıydık.“ Otto Piene ve Heinz Mack bu yeni gelişmelerden etkilenmiş ve 1957 yılında Almanya`nın Düsseldorf şehrinde daha sonra uluslararası bir sanat ağına dönüşecek olan „ZERO“`nun başlangıcını yapmıştı. „Düsseldorf`ta şimdilerde yaklaşık 120 galeri var, bizim dönemimizde müzeler yıkılmış ve sadece 1 galeri vardı. Biz de ilk sergiyi kendi atölyemizde yaptık, bir gecede atölyeyi temizledik ve sergiyi açtık. Ne paramız vardı ne de küratör. İlk başta sergilere sadece 15 kişi geliyordu. Zaten sergileri tanıtabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Her sanatçı ise kendi içinde izoleydi. Otto Piene ile atölyelerimiz yan yanaydı ve tüm gün sanat konuşuyor, neler yapabileceğimizi tartışıyorduk. Sonra aklımıza gelmeyecek bir şey oldu, başka ülkelerden haberler geldi, Paris`ten Yves Klein, İtalya`dan Lucio Fontana... Evet, bizim gibi düşünen birileri vardı ve bu bizi çok heyecanlandırıyordu. Siyasi sınırlarsa hiç ama hiç önemli değildi.“

Mack, yaptığı gezilerde farklı dünyaları keşfederken, Doğu Sanatına da ilgi duyuyor, aldığı ilhamı ise eserlerinin enerjisine katıyordu: „Çok erken dönemde tüm Akdeniz Havzası ilgimi çekmişti „Neden orada çok önemli kültürler ortaya çıkmıştı? Neden?“ dedim kendime „Çünkü Işık vardı, berraklık vardı.“ Londra`daki bir insan berrak düşünemez ama Napoli`deki bir insan berrak düşünebilir. Ve bunun sanatla olan ilgisini düşündüm ve daha sonra Doğu Sanatında Batı`da olmayan berraklığı fark ettim. İslam Sanatındaki süslemeler çok güzel, Doğu Sanatı kesinlikle büyüleyiciydi.“ 1958 yılında tasarladığı „Sahra Projesi”`ni ise sonraki yıllarda gerçekleştirebilecekti. „... Soruyorlar: Bu proje gerçekleştirilebilir mi? … Ben de cevap veriyorum: Evet!“ „1960 yılında Sahra Çölüne gittim, orada insana ait parmak izi yoktu ve genişlik beni büyülemişti. Bir heykeltraş için mekan çok önemlidir çünkü heykel mekanda yaşar. Şu soruyu sordum „Işığı yansıtan heykel nasıl kendini ortaya koyabilirdi?“ Tabii önce fikrimi yazdım ve Marakeş`te (Fas) kaldığım yerde tuvaletin aynasını söküp Sahra Çölünde deneyler yaptım. Sponsorumuz yoktu, cebimde sadece kameraya alabileceğim bir film parası vardı. Sonra bu film Almanya`da o dönemde „Sanat Belgeseli“ olarak haberlerden sonra televizyonda yayınlanarak, sansasyon yarattı... Bu inanılmaz bir şeydi.“
1967 yılında ise ZERO 10 yıllık serüvenini tamamlamış çoktan 20. yüzyıla damgasını vurmuştu. Heinz Mack ise ZERO`nun yaratıcı ve girişimciliğinden aldığı ilhamla bireysel çalışmalarına aynı hızla devam etti... Çünkü ona göre her insanın yaşadığı dünyaya, topluma borcu vardı, o ise bunu sanatıyla ödüyordu.

Aslında Heinz Mack, aklı zorlayan eserleriyle insani farklı noktalara götürüyor olsa da, „Bir insanın gerçekleştiremeyeceği bir şeyi, bile bile hayal etmesi büyük bir başarıdır!“ diyebilecek kadar hayallerine inanmış, „Bazı insanlar güzelliğe dayanamaz. İşte, benim sanatım çirkinliğin olduğu bir dünyaya mutlak bir güzellik ile karşıdır.“ sanatıyla güzelin, iyinin peşinden giden, „Ben de cennetle ilgileniyorum, ama lütfen cennet bu dünyada olsun. Ne zaman cennet olur bahçede açan bir çiçeği izlediğinizde ya da çocuklar, çocuklar harikadır onlarla bir araya geldiğinizde işte o zaman cennet olur.“ sözleriyle umudu yeşerten harika bir insan; düşüncenin en derininde, renkleri, ışığı müziği, şiiri, enerjiyi... harmanlayarak yaptığı deneysel eserleriyle de dünyayı sanatıyla güzelleştirmeye yılmadan devam eden eşsiz bir sanatçı. Şimdi ise bu 85 yaşındaki dev, 17 Temmuz 2016 tarihine kadar devam edecek olan „MACK. Sadece Işık ve Renk“ sergisiyle S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi`nde.



Not: - Yazıda geçen sanatçının düşünceleri, 18 Şubat 2016 tarihinde „MACK. Sadece Işık ve Renk“ isimli serginin S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi`nde açılışı öncesi moderatörlüğünü Beral Madra`nın yaptığı Heinz Mack söyleşisindendir.

- S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi`nde sanat severlerle buluşmuş olan „ZERO“ sergisi ve hikayesini okumak isteyenler buradan daha önceki yazima da buradan ulaşabilirsiniz: http://odatv.com/gelecege-geri-sayim-basladi-2211151200.html

- Sergiyle ilgili ayrıntılı bilgi için ise http://www.sakipsabancimuzesi.org/ buradan ulaşabilirsiniz.

- Fotograflar ve geniş bilgiye de buradan   http://www.mack-kunst.com/de/Aktuelles.htm