Sabahın erken saatlerinde bir adam, siyah, uzun pardösülü, gri saçları omuzlarına düşmüş, keskin bakışlı, Viyana'nın Arnavut kaldırımlarında mırıldanıyor, elinde not defteriyle... Sokaktakilerse onun bakışlarıyla karşılaşmamak için kenarlara çekiliyor, aralarında fısıldaşıyor, "O, Ludwig van Beethoven", sanki duyabilecekmiş gibi… O ise çevresindekilerle ilgilenmeden eve ulaşmanın telaşında, güçlü, uzun adımlarla yürüyordu. Evin önüne geldiğinde ise bana bakacakmış gibi hafifçe kafasını çevirdi, bir süre sonra vazgeçerek evinin kapısından içeri girdi. "Dönse beni görebilir miydi?" diye düşünüyordum ki, penceresinden benim olduğum noktaya baktığını gördüm.
-Kaç kere oradan, buraya bakmıştı?
-Bakarken neler düşünmüştü?
-Ben kaç kere o pencereye bakıp, onu düşünmüştüm?
…
İşte Beethoven'a komşu olmak; onun yürüdüğü yollardan yürürken onu hayal etmek, evinin önünden geçerken penceresinde ışık var mı diye bakmak, demek. Düşünsenize bir de o dönemin Viyana'sında yaşadığınızı ve o dönemde ona komşu olduğunuzu... Boşuna dememişler, "Ev alma, komşu al" diye. Üşenmez her gün pasta, börek v.s. yapıp, "Bu da komşu hakkı, kokmuştur" diyerek kapısına dayanabilirdim. O nasıl bir tepki verirdi, orasını düşünemiyorum. Neyse ki benim bu yüzyıldaki komşum da fena piyano çalmıyor. Tabi ben size bu yüzyıldaki değil; birkaç yüzyıl önce burada yaşamış komşumdan söz edeceğim. Ki Beethoven bize hiç de uzak bir isim değil; çocukluğumuzda ilk öğrendiğimiz melodi, birçoğumuzun teneffüs zili, onun 9. Senfonisi'dir. Daha fazla yakına gelmeden anılarımızda yer alan bu melodinin sahibi müzisyenin, aynı zamanda sevgili komşumun, ilginç yaşamından bahsetmek istiyorum.
Ludwig van Bethoven'in yaşam hikayesi, 16 Aralık 1770 yılında Almanya'nın Bonn şehrinde, hasta bir anneyle, müzisyen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Babasının müzisyen olmasının etkisiyle çok küçük yaşta yetenekleri fark edilen Beethoven, dört yaşında babasından piyano dersleri alır. Baba Beethoven, alkolik ve elinin ayarı olmayan bir adam olunca bu derslerde Beethoven'a şiddet uygulamaktan hiç çekinmez ki küçük Beethoven daha dört yaşında ufacık elleriyle saatlerce ağlayarak piyano çalmak zorunda kalır. Sekiz yaşına geldiğinde ilk halk konserine çıkan Beethoven, büyük bir başarı sağlayarak "Harika Çocuk" adıyla anılır. Bundan sonra Beethoven'in müzik eğitimi daha da artırılmış, on yedi yaşındayken hocası, C.G. Neefe, "Benim artık sana vereceklerim bu kadar. Sen biraz da Viyana'ya git ve Mozart'la çalış" der. O dönemde Viyana da Viyana, yani müzik önemli yer tutuyor, Viyana üslubu tüm Avrupa'ya yayılmış durumda. En büyük temsilcilerinden biri de Mozart… Tabi bunu duyan Beethoven umutlarını bavula koyup Viyana'nın yolunu tutar. Mozart'a ilk çaldığında, Mozart; "Bir gün bu çocuğun adını bütün dünya öğrenecek. Çünkü o bir deha!" der. Beethoven tam sevinmişken annesinin hastalığı işleri karıştırır ve umutlarını bırakıp Viyana'ya "Hoşça kal" der ve tası tarağı toplayıp Almanya'ya geri dönerek, ailesinin sorumluluğunu üstlenir. Ama adam olacak çocuk her halinden belli, Mozart'tan da aldığı övgüyle, orada olduğu süre içerisinde güçlü dostluklar kurup başarılarıyla ismini duyurur.
1792'ye gelindiğinde dönemin ünlü müzisyenlerinden Haydn, onun çalışmalarını beğenir ve onu Viyana'ya davet eder. Beethoven için Viyana kapıları tekrar açılır. "Hoşça kal" dediği Viyana'ya bir daha "Hoşça kal" dememek üzere, elindeki bavuluyla tekrar "Merhaba" der ve ölene kadar Viyana'da yaşar. Bu arada tarihler dikkatinizi çektiyse bizim komşu, klasik dönemin en ünlü isimleriyle çalışmakla kalmamış aynı zamanda 1789 Fransız İhtilali'ne on dokuz yaşında tanıklık etmiştir. İhtilalin özgürlük anlayışına ve Napolyon'a -Avrupa'ya özgürlük getirdiğini düşündüğü için- hayranlık duyan Beethoven, bu etkileri müziğine yansıttığını, özellikle orta yaş dönemindeki bestelerinde görebiliyoruz.
Geçtiğimiz
yaz “Wittgenstein´ın Maşası” isimli bir kitap okumuştum, hatta bu ara bunu
okuyorum başlığı altında bloğumda da yayınlamıştım. Kitabı okurken, her
sayfasında her zamanki gibi “çok yanlış zamanda doğmuşum, çok..” diyerek derin
– ah.. lar çekmiştim. Malum baba Wittgenstein sanayi kralı ve sanata düşkün
olunca Wittgenstein’ların evi dönemin ünlü sanatçıları ve düşünürleri ile dolup
taşmış ki bu kişiler arasında Klimt, Rodin gibi isimler var; gel de kıskanma!
Ama
nasıl derin – ah… çektiysem, hayat döndü dolaştı hayatımda yaşadığım en güzel 4
günü, hem de Wittgenstein´ın evinde yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yaşattı.
Çok karıştırdım, hemen topluyorum ve bu 4 günün başına gidiyorum; filozof ve
film yapımcısı, tiyatro oyuncusu, dans teorisyeni olan ünlü üç isimden ders
almaya basladım – of.. ünlü diye yazınca çok havalı oldu, dersin adı: “Felsefe’nin Unutulmuş Vücudu”
Ama
ders derken öyle amfide olan derslerden değil. Organizasyonlara katılıp, işin
kıyısından köşesinden siz de programa dahil oluyorsunuz, sonraki aşamalarda da
sahnede devam ediyor eğitim, en son
kısımda stüdyoya giriyorsunuz, yani kısaca eğitim okul duvarları arasında değil
de Viyana´nın ünlü mekanlarında
gerçekleşiyor…
Bu
mekanlarda: düşünce ve vücudun, düşünce
ve performansın, felsefe ve tiyatronun nasıl bir araya geldiğini, düşüncenin
metafiziksel el kol hareketlerine itiraz ederek, farklı vücutlarla temas etmiş
vücudun zorlukları aşıp, düşünceye, yazıya, söyleşiye nasıl yansıyacagını
gösteren çalışmaları ortaya koyuyorlar.
Bizim de ilk durağımız Wittgenstein´ın kız kardeşine yaptığı, yani
Tractatus´unu tamamladığı evdi. Ben açıkçası bu evde 4 gün boyunca günde 13
saat duracağım için çok heyecanlıydım, aslında bir nevi evde yaşamış da oldum.
Bıraksalar Wittgenstein´ın kız kardeşi gibi yaşamamazlık da yapmazdım gerçi hakkı var, ev oldukça ağır, donuk yani pek ev gibi değil. Zaten tarihe bakınca baya bir badire atlatmış kimseye yuva olamayınca da Bulgar Derneğine verilmiş. Gelelim
organizasyona yani “Philosophie on stage
#3 ” e.
İlk
gün eve gittiğimde girişteki mutfak kısmını görünce kendimi öğrenci partisine
gelmişim gibi hissettim, görevliler ceşitli bölümlerden öğrencilerdi ve sürekli
bir telaş vardı, Arno ise yani benim hocam kapıdan görününce ilk düşündüğüm şey
buradaki öğrencilerden hiçbir farkı olmadığıydı, o kadar enerjik ve
koşturuyordu ki yürüyüşünde bile kendine olan öz güveni belliydi. Erken
gelenlerle selamlaştı ama bence o heyecandan kimseyi görmüyordu. Bu duyguyu ben
de bilirim konuşurum ama konuştum mu bilmem, görürüm ama gördüğümü hatırlamam…
Neyse yavaş yavaş diğer konuklarda gelmeye başladığında işin ciddiyetini o
zaman anladım.
Kısaca
özetlersem Avrupa’nın değişik
ülkelerinden, Amerika´dan, alanında ün yapmış 30 a yakın isminin önünde
rejisör, senarist, sanatçı ve filozof yazan katılımcılar vardı. Ama en güzeli
gerek paylaşımdaki cömertlikleri, gerekse incelikleri ile ünvanlarının çok
üstündeydiler; sadece sevdikleri şeyi yapıp üretiyorlar, ürettiklerini ise
paylaşıyorlardı, isimlerinin önündeki sadece bir formaliteydi. Şöyle ki, yeri
geldi bilgilerini paylaştılar, yeri geldi dinleyici oldular, öğrenci ruhları
hala devam ediyordu. Birlikte yemek yedik, kahve içtik, akşam içkilerimizi
içtik, bir performanstan diğerine, bir odadan diğerine geçerken karşılaştığımız
” LUDWIG… LUDWIG…” diye bağıran ruhun
peşinden gidip, yere oturup onun gösterisini izledik; herkes çok doğaldı.
Kullanılan teknolojiden hiç bahsedemiyorum, her şey çok profesyonelce
yapılmıştı, yani bazen öğrenci partisinde gibi hep birlikte gençtik , bazense
inanılmaz profesyonellikle hazırlanmış bir gösterinin içindeydik. Bazen sahnede
bir Hintli: meditasyonu, Yogayı anlattı, bazense Avrupalı Japonya´da yaşamış
bir profesör sahnede bilinç ve meditasyon üzerine gösteri yaptı. Bazen iç
sesiyle konuşan bir adamın iç sesiyle söyleşini dinledik, bazense profesörler
ölmüş filozofların yerine geçip kulüp
kurmalarını ve aralarında tartışmalarını…
Sürekli
bir hareket vardı, ben bir ara herkes tiyatro salonuna indiğinde önceden
planladığım gibi yukarı eve çıktım, kimse yoktu. Yatak odasında sessiz film vardı, piyanonun başına oturup loş
ışıkta sessizliği dinledim, evlerin yaşanmışlığını dinlemeyi her zaman
sevmişimdir. Tabii bu sessizlik odada gösteri yapacak hocanın odaya pilot
gözlükleriyle girmesi ile ikimiz için de ilginç bir hal aldı, daha önce evin
içinde gözümün içine bakıp “bunun anlamı ne? senin adin ne?” diyen bir ruhla da karşılaştığım için açıkçası bu
beni pek de korkutmadı.
Son
gece ise ellerim alkışlamaktan kızardı…
Kendi hocalarımın yaptığı tiyatro ile felsefenin birleştiği performans çok başarılıydı. Felsefeye gelince bence şu 4 günde sahnede çok güzel VÜCUT buldu.
Ergül
Akyürek
Not:
–
Beni sorarsanız: medya, tiyatro, antropolojide eğitim görenlerle tanışma
fırsatı buldum ki onlardan kıdemli olmamla onları oldukça şaşırttım, iç sesim
ise “emin olun, derece üstünlüğüm sizinkinin yanında sadece görünür olan, benim
sizden öğrenecek çok şeyim var” dedi.
Zaten kıdemin ne önemi var, her zaman her yerde öğrenen olmak eğer ki
öğrenebiliyorsan en güzeli…
–
Tabii “her şey çok güzeldi” diyorum ama şunu da belirtmek istiyorum. Almanca
felsefe- sanat çok kolay bir şey değil, her şeyi yüzde yüz ana dilim gibi
algılayamadım. Organizasyondan önce Modern Sanat üzerine Almanca kitap okumaya
başladım ama yine de biraz afalladım… Zaten ana dilimde bile o kadar uzun süre
felsefeye maruz kalsam algılayamayabilirdim,
birçok program gösteri şeklinde sunulduğu için daha rahattım. Neyse ki
projeyle ilgili bir çalışma grubuna davet edildim, anlayamadığım ya da
kaçırdığım birçok şeyi onlardan alabileceğim. Tabii o ortamlarda bulunduğunda
sevindiğim kadar ülkem adına, kendi adıma
üzüldüğüm de çok şey var, bu konu uzun ve derin umarım başka bir yazıda
ayrıntılı yazabilirim ya da konuşmak isteyenle her zaman konuşurum, tanıyıp
tanımamam önemli değil, mailime bir
mesaj atmanız yeterli… ( Burada olduğum
süre içerisinde hiçbir zaman ülkemi, ülkeleri
farklı ülkelerle kıyaslamadım.
Kendi öz gelişimimiz için farklı insanlar ile iletişime geçip, farklılıkları öğrenip
eksikliklerimizin üzerine gitmemiz gerektiği kadar ülkeler için de aynı şeylerin
geçerli olduğuna inanıyorum.)
–
Fotoğrafları üzgünüm ki şimdilik dışarı
çıkarmıyorlar, proje dvd kitap haline dönüştürülecekmiş, ben de en son
2007de yapılan projeden ve gazetelerden bulduğum birkaç fotoğrafı
bloğuma ekledim.
" Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile 10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasıdaki nükleer santral, 25 nisan 1986 da reaktörlerden birinde yapilan deney sonucunda 26 nisan 1986 saat gece 1:00 de deney sirasinda güvenlik sisteminin devre disi birakilmasi ve pesi sira yapilan hatalar sonucunda patlamistir. Bu kaza 20. yy in en büyük felaketlerinden biri olarak anilmis, etkileriyse o günden bu güne kadar hala devam etmektedir "
Bugün internette nükleer santrallerle ilgili bir arastirma okurken, yazi beni internette derin arayislara soktu ve " arayan ne bulur hesabi " ilgimi ceken bir site ile karsilastim. Belki aranizda bu siteyle daha önce karsilasmis olaniniz vardir; olmayanlar icinse, sitenin sahibi Elena, tam bir motosiklet tutkunu, motoruyla gezmekten cok hoslaniyor, gezileriniyse bu sitede paylasmis. Ama bu geziler pek de benim blogumdaki gibi gezi yazilari degil. Elana, Cernobil´de yasamis ve bölgeyi daha sonraki yillarda düzenli olarak ziyaret edip gördüklerini hem fotograflamis hem de deneyimlerini web sitesinde paylasmis. Aslinda yazilarina ve fotograflara bakinca hem deneyimleme istegi duyuyorsunuz, hem de bazi karelerde kendinizi korku filminde gibi hissedebiliyorsunuz; gercekten cok etkileyici… Tabii okurken yazilar zihnimdeki toz bulutunu kaldirip, beni o yillara götürdü . Yasim itibariyla patlamayi hatirlamiyorum ama sonraki yillarda insanlarin dillerinden düsmeyen - etkileri sonraki yillarda cikacak, yediklerimiz ictiklerimiz zehir - söylemlerini hatirliyorum, bir de aklimda kalan bir kare var; annemlerin bir arkadasinin kizinin gülüsü… kücük kiz normal cocuklara benzemiyordu, kafasi vücuduna göre oldukca büyüktü. Bir gece amcamlara gelmislerdi. büyükler ona üzüntülü gözlerle bakarken, biz cocuk bakislarimizla, ilk baslarda - NEDEN - ile baslayan cümleler kursak da, büyüklerin o yillarda sessizliginin cok sey anlattigini anlayamadigimiz icin, yanit gelmeyen sorulardan sikilip, kücük kizi güldürmeye calismistik; elinden yasama hakkinin alindigini bilmeden bizim yaptigimiz garip hareketlere gülüyordu… Bu onu ilk ve son görüsümdü, zaten bir kac ay icinde de ölüm haberi gelmisti. Sonra tabi her sey devam etti sanki o kaza hic olmamis, ölenler ölmemis, zarar gören cocuklar hic dogmamis gibi bizler hayatlarimiza devam ettik. Kimimiz oldugumuz yerden ses cikardik ama duyulmadi, kimimiz ortalikta ses cikardi ama dinlenmedi, kimimizse her seyi unutup, ders almaktan korktugumuz icin ayni reaktörün celik bir lahide gömülmesi gibi etkilerini derinlere gömdük. Ama üzgünüm 1986´da bu kaza gerceklesti, insanlar, doga büyük zararlar gördü… Peki kazadan sonra neler oldu, o kazanin oldugu terkedilmis yerler ne durumda, iste onuda Elena anlatiyor:
" Ukrayna dilinde Cernobil bir cicek ismidir, pelin cicegi. Bu cicek buradaki insanlari korkutur cünkü burada Pelin cicegi incilde gecen bir kiyamet alametidir. 8:10 ücüncü melek borozonunu caldi. Gökten mesale gibi yanan büyük bir yildiz irmaklarin ücte biri üzerine ve su pinarlarinin üzerine düstü. 8:11 Bu yildizin adi Pelindir. Sularin bir kismi pelin cicegi gibi acilasti. Acilasan sulardan icen bir cok insansa öldü.
Radyasyondan kac kisi öldü bunu bilen yok, tahmini rakamlar olsa da maddi kayiplari belirlemek daha kolay. Actigi etkiler göz önünde bulundurulursa son ölü sayisina kadar gercekte kac kisinin öldügü asla bilinemeyecek. Olay yerine ilk giden itfayeciler olay yerine gidene kadar normal bir yangini söndüreceklerini düsünseler de, karsilastiklari manzari hic de öyle olmamis bir daha evlerine dönememisler. Likidatörlerse radyoaktif kirliligi temizlemek icin görevlendirilmis askerlerdi ama coguna koruyucu kiyafetler saglanamadi. insanlar evlerini terketmek zorunda kaldilar, bu terkedilmis, cehenneme dönmüs bölgeyse simdilerde hayvanlar icin rahat yasayabilecekleri bir yasam alani haline dönüsmüs, kimse onlari avlamadigi icin sayilari oldukca artmis, tabii radyasyonun onlari nasil bir genetik yapiya soktugu, güvenli bölgeyle iliskileri tam olarak bilinemiyor. Pripyat yani hayalet kasaba ise patlamanin oldugu yere 4 km uzaklikta. 1986 yilinda burasi yesil, modern biryerdi. ilk giriste burasi hala yasanilan bir yer olarak görünse de bir binanin üzerindeki su slogan "Lenin'in Partisi Bizi Komünizmin Zaferine Tasiyacak" , sanki bize zamanin burada durdugunu anlatiyor. Kasabadaki sessizlik ise insanin kendisini dünyada tek basina gibi hissetmesine neden oluyor, sonraki yillarda buraya turistlik gezi düzenlense de insanlar sessizlikten rahatsizlik duymus ve hemen buradan ayrilmak istemisler. Priyattan ayrilip motorumla kuzeye Beyaz Rusyaya yöneliyorum. Burasi ayri bir ülke ama radyasyona vize uygulamasi konulamiyor bundan dolayida kazadan en cok etkilenen yerlerden biri de Beyaz Rusya . Yollarda doganin insana ait olan seyleri nasil da yok etmeye basladigini görüyorsunuz, birkac yüzyil sonra insana ait hicbir kalinti kalmasa da buralarda hala radyasyon olacak. Burada doga gercekten cok güzel, cok zengin ama ne suyunu icmeye ne de agactan bir meyva koparmaya cesaret edebiliyorsunuz. Bazi yerlerde ise insanlar yasadiklari yerleri terketmek istememis ve ölürsem kendi topraklarimda öleyim diyerek büyük bir cesaretlilikle burada kalmislar ama onlardan mutluluk hikayeleri beklemeyin, insanlar yasli, yorgun ve mutsuz. Geceleri ise gündüzden daha fazlasini görüyorsunuz, gündüzün sessizligm gece son buluyor, hersey hareketleniyor. Kazanin en kötü yaniysa cocuklar, kazadan sonra dogan cocuklarin fotograflari kazanin boyutunu gösterse de yetkililer kazadan önce de bu tür cocuklarin dogdugunu, nedeninin alkol ve uyusturucu oldugunu söylüyorlar. Ama kim ne derse desin yasananlardan sonra onlar asla normal bir cocuk olamadi. Ugradigim kasabalardan birisi de Poleskoye kasabasi, kasabanin eski isminin anlami mezara yakin demek. Bu kasaba Mogol istilasindan, büyük kitliktan, savaslardan cikmis ama Cernobilden aldigi büyük doz onu yavas yavas öldürmüs, su ansa eski adinin kaderini yasiyor. "
Benim yazdiklarim sitede okuduklarimin ufak bir derlemesi, siteye girdiginizde yazilarin sadece bir gezi yazisi olmadigini, ayni zamanda bilimsel olarak yapilan degerlendirmelerin de oldugunu göreceksiniz. Elena´nin sitesi 2004 yilinda dünyada en cok ziyaret edilen sitesi olmus, tabii ki övgüler almasi disinda bir cok yerden tepkilerde almis va yazdiklarinin dogru olmadigi söylenmis. Ama bugün hala ben dahil bu siteyi yeni kesfedenler, bu yol hikayesini okuyanlar var. Umarim bir cogunuz bu siteyi benden önce bulup, okumussunuzdur, siz de benim gibi yeni karsilasiyorsaniz biraz zaman ayirip o gün yasananlara ve sonrasinda yasananlara bir göz atmanizi tavsiye ederim ki sadece fotograflara bakmak bile isin ciddiyetini anlamaya yetiyor. Unutmamaliyiz ki; var olan bir seyi derinlere gömsek de o hep orada, yasadigimiz her sey o gün orada yasanip bitmiyor, etkileri görünmez bir güc gibi devam edip, her gün birilerinin kapilarini caliyor. Umarim bir seylerin farkina varmak icin kapinizin calmasini beklemezsiniz . Cünkü hayalet kasabada kapilarin hicbir önemi yok.
NOT:
- Sunu belirtmek isterim ki, nükler enerji konusunda herhangibir egitimim yok, bilimsel herhangi bir aciklama yapamam; ama elimden geldigince arastirmalari takip ediyorum. Belki bu kaza 25 yil önceki teknolojiyle bir deney sonucu olusmus olsa da en son Fukusima´da yasananlar bize dünyanin her an risk altinda oldugunu gösterdi. Elena` nin yazisinda güzel bir kisim vardi - radyasyona vize uygulamasi olmuyor - diyordu. Ne yazik ki ülke politikalari sadece o ülkeyi, orada yasayan insanlari etkilemiyor, tüm dünyayi, tüm insanligi, tüm dogayi etkiliyor…
- Yazinin basinda bahsettigim kücük kizin o dönemde bu sekilde dogmasinin nedeniyle ilgili elimde kesin bir bilgi yok, bildigim kadariyla bu konu üzerine tam bir arastirmada yok. Ama o dönem o bölgede dogan cocuklarla hemen hemen ayni belirtileri tasidigi ve zihnimde yer ettigi icin hem yazimda anmak, hem de o yillarda evlerimizde olusan sessiz korkuyu ifade etmek istedim.
- Elena´nin yazilarina göz atmak isterseniz, türkce dahil bircok dilde cevirisine , su adresten ulasabilirsiniz: http://www.elenafilatova.com/
- Fotograflari Elena´nin sitesinden ve su http://www.26-04-1986.com/ adresten aldim. Yazinin gidisatindan dolayi cernobil proje ile ilgili cok fazla fotografa yer veremedim.
BETHOVEN `A KOMSU OLMAK ` tan sonra SOKAKTA SANAT VAR isimli yazim da blogun sinirlarini asip DELI KASAP` a konuk oldu. Buradan okumak isteyenler icin...
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca yürüyorum, üzerindeki kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum, ayaklarım korkudan geri geri gitse de içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor … Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler, ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum… Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz- ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı, 2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık. O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,
ÇÜNKÜ dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim, Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor.
Tabii nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa büyük bir artı… Zaten Avusturya´nın Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de "Slow Food da nedir?" diyorsanız: "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. : Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir. Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA, bu projenin içinde çalışıyor ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.- ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum - ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor, daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım.
Bundan sonraki aşama meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz anlarımızın olması. "KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş
miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda
yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca
1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir ama
hiç de öyle olmadı. İnsan sevdiği
şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük
dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de 1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin
yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak
geçirdik.
İlk
durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları
için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan
en geç saatte varıldı. Hal böyle olunca
da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece
saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet
söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön
duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi
yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının
olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o
kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra
kalacağımız yerin hayallerini kurarken
ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece
banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi
filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular.
Neyse
ki akşamki yürüyüşten sonra şehre çabuk alıştık; gezdik, görülecek yerleri gördük, “Paella” yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim.
Gaudi´ya Dali´ye hayran oldum, kısacası
şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere
yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar
Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek
tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi
demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o
gözlerden içine yansıyanı kendi
yaratıyor. Dolayısıyla her yolculuğun
da her kişi için ayrı bir tecrübesi
oluyor. Kısaca ben benimkileri
özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki
mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak, Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta
bir damla bile olamadığını görmek,
İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız
konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek
– gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını
içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da
kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…
Porto
Tren
istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini
saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki
evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah
pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız
da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı
kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek,
kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların
heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka
bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini,
havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de
Porto´da tarihi bir mekanda
piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip şarabını yudumlamak, yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak,
yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde yer yer
kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç
bitmesin diyorum…
25 Ekim 1946 günü, Cambridge Üniversitesi'nin kalabalık bir odasında, yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ludwig Wittgenstein ve Karl Popper, ilk ve son kez karşı karşıya geldi. Bertrand Russell'ın da tanıkları arasında bulunduğu bu karşılaşma yalnızca on dakika sürdü ve pek de iyi gitmedi, ama çıkan kavga derhal bir efsaneye dönüştü. Bu kısa olay sırasında tam olarak neler olduğuysa sonraki yıllarda yoğun şekilde tartışıldı.
Felsefe, tarih, biyografi ve yazınsal dedektiflik karışımı Wıttgenstein'ın Maşası, Popper-Wittgenstein karşılaşması üzerinden yirminci yüzyılda felsefenin tarihini ele alıyor. Her iki düşünürün doğduğu şehir olan Viyana'nın yüzyıl başındaki gerilimli yapısını, Nazilerin Avusturya'yı işgalini, savaş sonrası dönemde Cambridge Üniversitesi'nin ve felsefecilerinin durumunu anlatıyor.
Wıttgenstein'ın Maşası, felsefenin ne olduğu, neyi ne kadar bilebileceğimiz hakkında kafa yoran düşünürlerin, on dakikalık bir olay bağlamında bile ne denli derin görüş ayrılıklarına düşebildiğini göstererek, "gerçek nedir?" sorusuna ilginç ve merak uyandırıcı bir yaklaşımla yanıt arıyor.
İki büyük filozof arasındaki on dakikalık tartışmanın hikayesi...
kitaptan: Ani: "Bizi hareketsiz görüyorum, o masada oturuken."Ama kafamda gercekten de ayni görsel imge mi var- yani o zamanki görsel imgelerden biri mi? Masayi ve arkadasimi kesinlikle o zamanki bakis acisindan mi görüyorum ve kendimi görmüyor muyum?
WITTGENSTEIN
Not: YKY`dan oldukca güzel ve aydinlatici bir inceleme...