BETHOVEN `A KOMSU OLMAK ` tan sonra SOKAKTA SANAT VAR isimli yazim da blogun sinirlarini asip DELI KASAP` a konuk oldu. Buradan okumak isteyenler icin...
Eski evlerin sonunda tahtadan ufak bir kapı görünüyor. İçten içe kapıya yaklaşmak istesem de, kapının arkasındakileri görmekten korkuyorum. .İçimdeki merak duygusu ise her şeyin üzerine çıkıyor ve kapıya doğru hızlıca yürüyorum, üzerindeki kilidi açıp bir süre öylece kapıya bakıyorum, ayaklarım korkudan geri geri gitse de içimdeki ses- kapıdan girmek mi yoksa kapının kilidini açmak mı? önemli olan, içeri bakmadan görebilir miyim dünyayı- diyor. Sonunda tüm cesaretimi toplayıp hızlı kalp atışlarıyla kafamı kapıdan içeri doğru uzatıyorum ama gördüklerim karşısında kalbim daha da hızlanıyor … Kapıdan sonrası alabildiğine meyve ağaçlarıyla dolu, her şey sınırsız , kayısılar, kara-beyaz dutlar, fındıklar, kirazlar, incirler, ceviz, armut.. vs her şey var. Kapıdan bakmış olmamın cesaretiyle ağaçların içine koşup ağaçlara tırmanıyorum ve her türlü meyveyi dalından yiyorum, her şey o kadar renkli, taze ve güzel kokulu ki çok mutluyum… Gözlerimi ise bu mutluluğun yansıması olan kocaman bir gülümsemeyle açıyor - neyse ki evimdeyim deyip tekrar uyuyorum. Sabahsa Porto´da eski bir evde uyaniyorum, Porto´da olmak güzel de rüya da olsa evde olmak daha da güzel… Bana evde olduğum hissini verense, bu eski, içi ahşap kokan, yüksek tavanları olan, aynı anneannemin evine benzeyen ve kokusunu hatırlatan ev. İşte çocukluğumun büyük bir kısmı o tahta kapının arkasında geçti. Okul tatil olduğu zaman eşyalarımızı alır, anneannemin evine giderdik. Ormanı anımsatan bahçesinde kızılderili çadırı kurar, ağaçlarına tırmanır, yemeklerimizi bahçede yerdik. En kolay kayısı ve dut ağacına tırmanabildiğim için midir bilmiyorum ama ben hep kayısı ve dutu diğer meyvelerden daha çok sevmişimdir. Karadutları avuçlarıma doldurup ağzıma sokuşturmak, ellerimi üzerime sürmek çok zevkliydi Bahçenin girişindeki ocaktaysa anneannem kuşburnu " kaynatırdı " , o kadar güzel kokardı ki, kuşburnunun kendi özündeki aromasının tadı hala damağımda. Biz tabii yıllarca oraya gitmiş olsak da değişen toplum şartları, etkileşimler zamanla tatil anlayışımızı değiştirdi - anne bak Ayşe teyzeler denize gidiyorlar ama biz neden gitmiyoruz- ve yazları deniz tatili yapmaya başladık. Hatırlıyorum da minibüsümüzün arkasına çadırımızı atıp neredeyse tüm Türkiye'yi gezmiştik ama artık her yaz ilk durağımız Marmaris Datça yolu üzerindeki "Çubucak Orman Kampı" olmuştu. Sanırım 13 yıl başka yerlere de gitsek orayı mekanımız kabul etmiş, yılın 1 ayı orada kalıyorduk, Çubucak´ta ormanın bittiği yerde deniz başlar, orayı o kadar çok sevdik ki topraktan kopamamış olsak da, anneannemin bahçesini unuttuk. Artık sadece 9 günlük bayram tatillerinde gittiğimiz bir yer halini aldı, zaten bir süre sonra anneannemde yoktu. O olmayınca bayram yemekleri artık bahçede değil de dört duvar arasında yenmeye başlandı. Böylece yıllar yılları kovaladı, 2009 yılında o tahta kapıdan baktığımızda gördüğümüz tek şeyse kuru bir araziydi, hiç abartmıyorum hüngür hüngür ağlamıştık. O kapıdan bakınca insan neleri kaybettiğini o zaman fark ediyor, anneannemin sevgisiyle yetişmiş o kadar ağacın ölmesine göz yummuş, saçma sapan ellerde ziyan olmasına neden olmuştuk. Belki kendimize bu kadar önem verip koştururken bu emeğin birazını da bahçemize, dünyamıza vermiş olsaydık bugün rüyalarda bile kapının arkasına bakmaktan korkmazdık. O kadar çok başkalarını eleştiriyor, onların hayatlarına seyirci kalıyor, sahip olmadıklarımızın sahip olduğumuzda bizi mutlu edeceği düşüncesiyle tüketime yöneliyoruz ki kaybettiklerimizin farkında bile değiliz. Genelde böyle umutsuzluğa kapılınca yüzünü güneşe çeviren ayçiçekleri gibi yüzümü umuda çevirmek daha çok hoşuma gidiyor,
ÇÜNKÜ dünyada hala birileri UMUT var diyor ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Geçen hafta işte bunu diyen bir grubun tam olarak içindeydim, Terra Madre Avusturya 2011´e katıldım. Rathaus´ta düzenlenen etkinlikte hem Avusturya hem de dünya mutfağından bir çok stant kurulmuştu. 25.000 katılımcının katıldığı " Etkinlikte Slow Food" kriterleri tartışıldı, çeşitli tanıtımlar yapıldı ve Workshoplar düzenlendi. Benim katıldığım workshop yağlar, sirkeler ve sebzeler üzerineydi. Gayet zevkli geçmesine rağmen benim gibi neredeyse hiç yağ kullanmayan biri için o yağları ve sirkeleri tatmak bir noktadan sonra miğdemi altüst etti. Kendi gözlemlerimi aktarırsam bence gayet organize olunmuş, güler yüzlü sıkılmadan, bunalmadan paylaşan, paylaşıma açık insanların olduğu bir organizasyondu. Ama kendi grubumun en genç katılımcısı olarak ve pazarın katılımcı kitlesinin yaş oranını gözlemlediğimde, aynı zamanda tanıtımcıların konuşmalarını dinlediğimde ister istemez bir Türk katılımcı olarak kendi ülkemle karşılaştırmalar yaptım: Bence gerek Türkiye´deki genç nüfus potansiyeli olsun , gerekse kültürel zenginliğimiz ve coğrafi konumumuz göz önünde tutulunca ne kadar büyük bir gücü elimizde tuttuğumuz bu tarz etkinliklerde daha çok görülüyor.
Tabii nüfusun az olması ve insanların daha bilinçli yaklaşmaları, birçok aktiviteyi aktif olarak takip etmeleri de onların adınaysa büyük bir artı… Zaten Avusturya´nın Kurier-Standart gibi gazetelerinde etkinliğe başlangıcından bitimine kadar oldukça yer vermiş, çeşitli röportajlarla da Slow Food hakkında kuruluşundan gelişimine kadar halkı bilgilendirici yazılar sunmuştu.Yani hiçbir şey bilmiyorsanız da günlerce yazılan yazılardan dolayı "neymiş bu" deyip, işin içine bir şekilde dahil olabiliyorsunuz. Eğer siz de "Slow Food da nedir?" diyorsanız: "SLOW FOOD, 1987 yılında Carlo Petrini tarafından, İtalya´da kurulmuş bir hareket. Slow Food´un felsefesiyse kısaca.. : Fast Food´a ve hızlı yaşama karşı koymak; unutulmuş geleneksel yiyecekleri tekrar yaşatmak, usulüne uygun olarak yiyecekleri imal edip, besin üreticilerine çalışmaları için adil olan ücreti temin edebilmektir. Yani Slow Food, iyi, doğru, temiz, adil yemektir." Ve bugün 100.000 in üzerinde destekçisi var. ARCHE PROJESI ise ARCHE NOAH, SLOW FOOD WIEN, ARCHE AUSTRIA, bu projenin içinde çalışıyor ve internasyonal Slow Food´a katkıda bulunuyor.- ben de baktım Türkiye´de zamanlama problemi yaşıyorum - ki Türkiye´de de oldukça güzel çalışmalar yapılıyor- ve bilgim internette okuduklarımdan öteye gitmiyor, daha bilinçli hareket edebilmek için ARCHE projesinde yer almaya karar verdim ve eğitimlere Terra Madre hareketiyle başladım.
Bundan sonraki aşama meyveler üzerine olacak, sonra yavaş yavaş toprakla haşır neşir olmaya başlayacağım. İşin içine girdikçe öğrendiklerim artıkça belki de kafamda oluşan oluşumları hayata geçirmek için daha çok -Umudum- olacağına inanıyorum.- UMUDUM ise açmaya korkmadığımız, kilit vurulmamış kapılarımız, kapılarımızın ardında üretebildiğimiz, tadabildiğimiz, yaşatabildiğimiz lezzetlerimiz, kaybettiğimizde neyi kaybettiğimizi anladığımız değil de neleri dünyamıza kazandırdığımızı gördüğümüz anlarımızın olması. "KALBİNİZDE SEVGİ, TIRNAKLARINIZIN ARASINDA TOPRAK EKSİK OLMASIN…"
Daha önce yolculuk yapmayı sevdiğimi söylemiş
miydim? evet, biliyorum 1500 kere… Öznur (9 yıllık arkadaşım aynı zamanda Viyana'da ev arkadaşım) ile bu 1 haftalık gezimiz de tam yukarıda
yazdığım gibi gelişti, yukarıyı okuyunca
1 haftayı sadece yolda geçirmişiz gibi algılanabilir ama
hiç de öyle olmadı. İnsan sevdiği
şeyi güzel yapar, ben de gezi planlamalarını, hep iyi yaparım. Malum 3 günlük
dünya, bir daha gelmek var gelememek var, o yüzden de 1 haftayı fazla mesai ile hem şehrin
yemeklerini tadarak, tarihini, sanatını görerek, hem de yolculuk yaparak
geçirdik.
İlk
durak ise Barselona´ydı… Tabii Barselona´ya en uygun nasıl varılır, bazıları
için en kısa yoldan varılırken bezim gibi az parası olanlar için en uzun yoldan
en geç saatte varıldı. Hal böyle olunca
da şehir, sırtlarda çantalarla saatlerce yüründü. Aslında iyi de oldu, gece
saat 1 den saat 3 e kadar İspanyol halkıyla oldukça kaynaşmış olduk, evet
söylendiği gibi oldukça sıcak kanlı insanlar ama en büyük eksiklikleri yön
duyguları sıfır. Motorlu kadın polisler ve vücut diliyle harika yol tarifi
yapan İspanyol çocuğu bu gruba dahil etmiyorum tabii…. İnsanin parasının
olmaması nasıl avantajlar sağlıyor görüyorsunuz , paran olsa taksiye binsen o
kadar insanla iletişim kurma olasılığınız yok! Bu kadar yürümeden sonra
kalacağımız yerin hayallerini kurarken
ayarladığım pansiyonun daha giriş sokağında Barselona´nın o motorlu kadın polisler, gece
banklarda muhabbet eden güzel kızlardan ibaret olmadığını anladım; çizgi
filmlerde kaybolan baloncuk içindeki görüntüler gibi kayboldular.
Neyse
ki akşamki yürüyüşten sonra şehre çabuk alıştık; gezdik, görülecek yerleri gördük, “Paella” yedik ve sevdiğim yemek listesine ekledim.
Gaudi´ya Dali´ye hayran oldum, kısacası
şehri yaşadım, sevdim, enerjisine karıştım ve 5 gün sonra geri gelmek üzere
yine düştük yollara.. Sırasıyla Madrid, Porto, Lizbon, tekrar Porto, tekrar
Barselona-Girona ve Bratislava oradan da evimize döndük.
Tek
tek şöyle oldu böyle oldu , orası şöyleydi
demek istemiyorum, çünkü insan bir yere giderken kendi gözleriyle o
gözlerden içine yansıyanı kendi
yaratıyor. Dolayısıyla her yolculuğun
da her kişi için ayrı bir tecrübesi
oluyor. Kısaca ben benimkileri
özetlersem: tarihi hep çok sevmiş biri olarak okuduğum tarih kitaplarındaki
mekanlarda yürümek, okuduklarımı gözümde canlandırmak, Madrid´de “Prado Müzesi”nde kaybolup bildiklerinin, gördüklerinin okyanusta
bir damla bile olamadığını görmek,
İspanyollarla ucuz yemek yemek için birbirini iteklemek, Madrid´de kaldığınız
konuk evinde ev sahibinin İspanyolca şakalarına anlamasanız da birlikte gülmek
– gerçi ben anladığımı düşünüyorum – 40 yıllık
şarabını
içip, yanında çig midye denemek, sokak sanatçılarını izlemek, Plaza Mayor´da
kahve içmek, Porto´nun nemli keskin tuz kokan havasını içine çekmek…
Porto
Tren
istasyonunda bilet satan adamın keşfedilseydi ünlü bir aktör olabileceğini
saatlerce düşünmek, Porto´da kaldığınız pansiyonda gece uyanıp “neyse ki
evimdeyim” deyip, tekrar uyumak (anneannemin evi gibi kokuyordu) sabah
pansiyonun sahibi teyzenin sırtınızı sevip Portekizce bir şeyler demesini anlamasanız
da sıcaklığını hissedip yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle omuzlarınızı yukarı
kaldırıp ( yani bana öyle olur) iletişimin sadece konuşarak olmadığını görmek,
kahvaltıda bile maç izleyip her atakta hoplayan halkla kahvaltı yapıp onların
heyecanına ortak olmak, Lizbon´un ünlü asansörleriyle tepelerine çıkıp ufka
bakmak, ertesi gün kalacak yerin olmadığını zeytin ekmek yiyeceğini,
havaalanında uyumak zorunda olduğunu bilsen de
Porto´da tarihi bir mekanda
piyano eşliğinde kendinizi başka bir yüzyılda hissedip şarabını yudumlamak, yollarda insanlar tanımak, lezzetler tatmak,
yeni yerler görmek, geçmişi geleceği unutmak, dünyayla ilişkinizde yer yer
kopmalar olsa da ona tekrar hayran olmak çok güzeldi… Yollarım hiç
bitmesin diyorum…
25 Ekim 1946 günü, Cambridge Üniversitesi'nin kalabalık bir odasında, yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ludwig Wittgenstein ve Karl Popper, ilk ve son kez karşı karşıya geldi. Bertrand Russell'ın da tanıkları arasında bulunduğu bu karşılaşma yalnızca on dakika sürdü ve pek de iyi gitmedi, ama çıkan kavga derhal bir efsaneye dönüştü. Bu kısa olay sırasında tam olarak neler olduğuysa sonraki yıllarda yoğun şekilde tartışıldı.
Felsefe, tarih, biyografi ve yazınsal dedektiflik karışımı Wıttgenstein'ın Maşası, Popper-Wittgenstein karşılaşması üzerinden yirminci yüzyılda felsefenin tarihini ele alıyor. Her iki düşünürün doğduğu şehir olan Viyana'nın yüzyıl başındaki gerilimli yapısını, Nazilerin Avusturya'yı işgalini, savaş sonrası dönemde Cambridge Üniversitesi'nin ve felsefecilerinin durumunu anlatıyor.
Wıttgenstein'ın Maşası, felsefenin ne olduğu, neyi ne kadar bilebileceğimiz hakkında kafa yoran düşünürlerin, on dakikalık bir olay bağlamında bile ne denli derin görüş ayrılıklarına düşebildiğini göstererek, "gerçek nedir?" sorusuna ilginç ve merak uyandırıcı bir yaklaşımla yanıt arıyor.
İki büyük filozof arasındaki on dakikalık tartışmanın hikayesi...
kitaptan: Ani: "Bizi hareketsiz görüyorum, o masada oturuken."Ama kafamda gercekten de ayni görsel imge mi var- yani o zamanki görsel imgelerden biri mi? Masayi ve arkadasimi kesinlikle o zamanki bakis acisindan mi görüyorum ve kendimi görmüyor muyum?
WITTGENSTEIN
Not: YKY`dan oldukca güzel ve aydinlatici bir inceleme...
Tüm
dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin
ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir
deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni
içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup,
yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre
sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı.
Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında
duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda
resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı
buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti.
Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç
sakınmıyor...
-Eh!
Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl
yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım
istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi
olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini
sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım
özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir
yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını
sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini
bile söyledi, "neden olmasın" deyip...
NEDİR
BU GRAFİTİ
Öncelikle
size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar
yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup
bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul
etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya
savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar
tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini
duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm
olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır.
Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır.
Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü
altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler
genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile
ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert
1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için
ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden
sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip
hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem
eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade
ediyor :
"Hayat
bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin
şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan
sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine
başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi
vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey
boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o
duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada
başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini
yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında
ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi
yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama
çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk;
işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu
yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin
temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun
başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya
başladılar.
Bizi
isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu
yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu
değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu
sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır.
Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak
o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin
harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak
zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu
sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı
ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır.
Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle
ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.
Tabii
yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya
çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde
bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı
bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir
tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla
temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup
sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne
bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....
Ergül
Akyürek
Not:
- Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.
Yeşiller,
sarılar, maviler, kırmızılar... Tüm dünya rengarenk. Etraf mitolojik
kahramanlarla dolu, bugüne kadar okuduğunuz kitaplarda, izlediğiniz filmlerdeki
kahramanlar etrafımızda, onlara dokunabiliyor ,konuşabiliyorsunuz. Herkes
gülüyor, eğleniyor. Turistler bu hayali kahramanları anılarında yer etmek için ellerinde makineleri ile bir yerden bir
yere gülümseyerek koşturuyorlar, çocukların gülümsemeleri etrafa güzel nameler
saçıyor, balonlar havalarda uçuşuyor… Bense kırmızı peruğumla bir orada bir buradayım,
tanımadığımız birçok insanla gülüyoruz, birbirimizin gözlerine aynı amaç için
bakıyoruz. Onların hatıra olarak çektikleri fotoğraflarda bugünün anısı olarak yer alıyorum. Aslında
Balo´nun davetlisi değilim, sponsorum yok ya da herhangi bir dernek üyesi değilim.
Geceye renk katması için taktığım bir
peruk ise farkında olmadan beni de
etkinliğe dahil etti. Verdiğim poz sayısından hiç bahsetmek istemiyorum sadece bir
kişiye 20 poz vermişimdir. Yani
anlayacağınız hep birlikte, "sen şu millettensin. senin
cinsel seçimin şu. sen siyahsın. sen beyazsın" demeden eğlendik,
güldük… Tabii bu Balo´nun eğlence kısmı
dışında düzenlenmesinin de bir amacı var : `Life Ball` yani ´Yaşam Balosu 1992 yılında Viyana´da, Gery Keszler ve Torgom Petrosian organizasyonluğunda, dünyanın büyük problemlerinden biri olan AIDS ve HIV ile mücadele için düzenlenen ulusal yardım balosudur. Düzenlendiği yıldan
itibaren 12 milyon Euro’nun üzerinde
para çeşitli yardım kuruluşlarına aktarılmış. Hayatta problemlerin varlığını kabul edip bazen eğlenceyle harmanlanarak yapılabileceklerin yapılabileceğine, Kötü
demeden de insanların bilinçlendirilebilir olduğunu düşünüyorum. Ve yazımı, Sharon Stone´nun 2007 yıllında katılmış olduğu Life Ball` ın açılış konuşmasında
söylemiş olduğu şu sözlerle bitirip, susuyorum
:
"Sizi
bir kaç saniye sessiz kalmaya ve çevrenizdeki
insanları düşünmeye davet ediyorum "
Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim yetmedi 17 saat yol gittim vardim amsterdama. "Varmak mi varis noktasina kadar yasananlar mi secerseniz" derseniz ben her zamanki gibi yollarda yasadiklarimi, gördüklerimi tercih ederim. Su da bir gercek ki varis noktasina vardiginizda da varisiniz her zaman anlik bir his oluyor, sonrasindaki bilinmezlige acilan kapilar sizi baska varis noktalarina götürüyor yani anlayacaginiz aslinda biz hic bir zaman varmis olmuyoruz, sadece vardigimizi saniyoruz; o zaman varmak icin caba göstermek yerine ya da varis noktasinin hayallerini kurmak yerine hayati akisina birakmak en iyisi deyip bu bir gezi yazisi olacagi icin basliyorum yol maceralarimi ve Amsterdam´da yasadiklarimi anlatmaya, ama simdiden söyliyeyim öyle Dom Meydani söyleydi bilmem Van Gogh Müzesi´nde sunlar vardi diye bir yazi yazmayi düsünmüyorum, tamamen hissettiklerimden yola cikarak bu 5 günlük macerayi anlatmak istiyorum ki zaten gitmeyi düsünürseniz de internette yeteri kadar gezilecek yerler üzerine yazilar var :)
Amsterdama gitmek icin hazirliklari yapip otogara gittigimde aslinda ilk defa Avrupa icinde bu kadar uzun otobüs yolculugu yapacagim icin icimde biraz merak duygusu vardi. Otogara gittigimde ise bizi oldukca ortalama bir otobüsün bekledigini görünce acikcasi sasirdim -bizdeki otobüslerin konforunu düsününce- ama bir yandan da 4 tekeri olmus olmasi bizi bir yerden bir yere götürecek olmasi yeterli diyerek otobüsteki yerimi aldim ve cok uluslu otobüsümüzle basladik zamanda yolculuk yapmaya. Zamanda yolculuk diyorum, cünkü her yerin, her insanin kendine ait bir yüzyili oldugunu düsünüyorum ve her gittigim yerde farkli zamanlarda yolculuk yaptigimi hissedebiliyorum ki buradaki zaman kavrami da kelimenin yerine ne koyabilecegimi bilmedigimden kullanilmis bir kelime, buna belki ´anlarda sicrama´ da diyebiliriz ki ´yüzyillar´ da benim kafamin icindeki yüzyillar… ya da ben sacmaliyorum ama tam olarak hissettiklerimi ifade etmeye calisirsam: annem istanbul´dan beni aradigin da ben otobüste yolculuk yapiyorsam arkamda fiziksel bir baglantim olmayan mekan veya insanlar domino tasi gibi hizla yikiliyor ama annem aradiginda anilarim birden tekrar canlaniyor ve sanki onunla konusan kisi anilarim oluyor, bense yeni ´bir an´da ve yeni seyler görüp onlari da hizla ´an´i yapiyorsam, yani sürekli sicriyorsam iste ben de buna ´yolculuk´ diyorum genelde ´o an´, sadece ´o an´a odaklaniyorum ki o an´da aslinda bulundugum yüzyila degilde hissettigim farkli bir yüzyildaymisim gibi oluyor. Sanirim cikamayacagim isin icinden ben en iyisi yolculugumuzu anlatmaya calisiyim :) Bu arada bizimki öyle siradan bir otobüs de degil, sihirli bir otobüs, hatta icinde büyücü Alex bile var, Alex mi kim ? Aslinda orasini ben de bilmiyorum. Baska gezegenden geldigini söyleyen, elindeki defterinde garip sekiller ve büyüler olan bir adam, agac onun annesi ..vs -yaaa sadece bir seyleri düsünen ben degilmisim demek ki bazilari benim gibi sacma sapan demiyor düsündüklerine ve onu anlatiyor hatta bana bir yaprak bile hediye etti :) Ama ben ona inaniyorum cünkü önemli olanin insanin kendine olan inanci ki kendi söylediklerine inanmis bir adam da benim icin yeteri kadar dogru söylüyor demektir. Herkes uyudugunda ise gercekten bu sihirli otobüste olmaktan mutlu oldugumu hissettim. Bu kadar farkli yerlerde dogmus ve büyümüs insanin bir otobüste bu kadar uyum icinde olmus olmasi ve o uyumun bir parcasi olmak beni mutlu etti ki yolculugumuz boyunca Nürnberg, Köln, Frankfurt, Düsseldorf´a da ugradik, sürekli yolcular degisti, bizim disimizda tabii :) Bu arada degisik sehirlere ugramis olmak da oldukca keyifliydi, dedigim gibi her yerin kendine özgü güzel bir hissi var bende, sonra onlar ´ani´ oldugun da o hisleri tekrar hissedip hatirliyorum o sehirlere ait anilari ama ani olana kadarsa keyfini cikarmak icin elimden geleni yapiyorum, ayni yürüyüs bandinda kosmak gibi siz kosarsiniz ama bir adim bile yer gidemezsiniz, orada kitlenir he rsey, durur bedeniniz ve sadece hisseder ama ayni zamanda siz kitlenirken etrafiniz degisir… Sihirli otobüsümüz Hollanda sinirindan gectigi andan itibaren her sey daha da farklilasti, kendimi masallar diyarinda gibi hissettim : tarlalar, yel degirmenleri, ciftlikler…vs. yol dahada keyifli bir hal aldi.
Amsterdam´a vardigimiz da ise, iste orada önce varis noktasina varmis olmus olmanin heycani sardi icimi ve tabii o kadar yolu gitmis olmanin vermis oldugu vücut agrilari cabasi. Neyse ki biraz yürüdükten ve sersemligimi attiktan sonra sehri kesfetmek zamani gelmisti. Tabii sersemlik derken o sersemlikte bana bisiklet carpmis oldugunu da atlamak istemiyorum , cok garip, sarsildim ama vücudumun sarsintisini yeni bir yerde olmus olma sarsintisiyla ayni sayip adamin sesiyle bana carpmis oldugunu anlayabildim iyi mi yani o derece sersem oluyorum bir yere gidince. Bir keresinde de elime sicak su döktüm hatta hala döküyordum, görüyordum ama yandigini kafamin icinde o sicak su komutu gelene kadar hissetmedim, onun gibi birseydi, yani bana carpmis oldugunu adamin sesini algilayip bisikletin bana temas ettigini farkedene kadar hicbir sey hissetmedim hatta bu örnekleri bir keresinde boguluyordum bir keresinde arabadan düstüm ….vs. diye cogalta da bilirim :) Neyse yine ucuz atlattik diyerek kalacak yerimizi bulduk ve yerlestik . Bunu söylemeden gecemeyecegim, kaldigimiz yer eski amsterdam evlerinden biriydi, hep hayal ettigim gibi yerlerde kaliyor olmam beni mutlu ediyor :) Bu arada beni mutlu eden baya bir sey varmis demek ki yaziya döküp görmesem, ayni bisikletin carpmasi gibi , farketmeyebilirdim :) Biraz fazla hissettiklerimi yazmis olabilirim ama ben size bastan söylemistim normal bir gezi yazisi degil diye. Tabii bir kez daha anladim ki ben iyi bir gezginim. Söyle ki iyi bir gezgin olmanin vermis oldugu avantajla sehirleri cok cabuk cözebiliyorum, Avrupa´da yasam tecrübemin olmus olmasi da eklenince bu duruma yerli halkin nerelerde takildigini cok cabuk buluyorum. Tabi ki turistlik yerlere gittim ama acikcasi kalabalikta bir oraya bir buraya kosturmaktansa sehrin sakin yüzünü gercek insanlariyla yasamayi tercih ederim, hem ben nereye gidersem gideyim kendimi turist gibi hissetmiyorum :) Kisacasi Amsterdam´da olmak dogaclama cekilen bir film sahnesinin icine düsmek gibi ….izlediginiz tüm film kareleri gözünüzde canlaniyor ama bu sefer basrolde siz varsiniz , yolun gidisati sizin elinizde, o sokaga mi girsem bu sokaktan mi ciksam, su kafede mi soluk alsam ..vs. Yollar yollara aciliyor sürekli bir biskletli sagdan mi cikar soldan mi cikar diye kendinizi kolluyorsunuz , bircok yerde duydugunuz korna sesleri bisiklet zillerine dönüsüyor … Bizdeki cay bahceleri gibi bira bahceleri var, sokaklarinda her yerde parklari, sirin evleri, kanal kenarlarindaki cafeleri, eski model bisikletleri, sehrin ritmine uyum saglayan zil sesleri, kapi önünde kaynatilan dedikodulariyla sempatik bir sehir Amsterdam. Gitmek isteyen, görmek isteyen, hissetmek isteyen, her seyden önemlisi kiyaslamayip her yerin kendine ait bir hissi oldugunu bilenlere Amsterdam´i, dünyanin her farkli noktasi gibi, tavsiye ediyorum ki icinde gezgin ruh tasiyanlarin bir firsat bulup mutlaka gidip görecegine eminim :)
Dönüs günü geldigin de ise bir 17 saat yol daha bildigimiz bir nokta icin gidecek olmus olsamda ayni ben olmayip yenilenmis, tazelenmis bir ben olarak, biriktirdiklerimle bu sefer Dortmund üzerinden evime gittim. Umarim sagligim hep yerinde, birlikte gezebilecegim sevdiklerim hep yanimda, hissedebildiklerimi kaybetmemis bir ben olarak; gidebilecegim daha cok yollarim, varis noktalarim ve en önemlisi yeni bir ben olarak dönebilecegim evim olur.
Dünya
tarihi geçmişten bugüne kadar büyük ve sansasyonel aşklara
tanıklık etmiştir. Bu aşklardan bir tanesi de birçok kitaba,
tiyatro oyununa konu olmuş 20.yy ünlü filozoflarından Nazi
sempatizani Martin Heidegger ile Naziler koluna sarı yıldızı
taktıktan sonra “ailemle yaşadığım süre içerisinde Yahudi
olduğumu bilmiyordum, şimdi öğrendim.’’diyerek özgürlüğü
için Almanya´dan kaçmak zorunda kalan, özgürlüğün tutkulu
düşünürü, siyasi yazar Hannah Arendt arasında yaşanmıştır.
Hikayemiz
Almanya´nın Marburg şehri´nde başlıyor. Hannah, 14 Ekim 1906
yılında Linden şehri´nde dünyaya gelmiş, Yahudi bir ailenin tek
kızıdır. 18 yaşına geldiğinde felsefe eğitimi almak üzere
Martin Heidegger ile yollarının kesiştiği Marburg Üniversitesi´ne
gitmiş, kısa sürede gençliği ve zekasıyla dikkatleri üzerine
çekmeyi başarmıştır. O sıralarda üniversitenin koridorlarında
isyankarlığı ve alaycılığı ile kendinden söz ettiren Martin
Heidegger de Hannah´ın yeteneklerini farkedenler arasındadır.
Martin, 1889 yılında Baden´da dünyaya gelmiş, Freiburg´ta
Husserl´in öğrencisi olduktan sonra 1923 yılında Marburg
Üniversitesi´nde felsefe doçenti olmuş, mesleğinde yeni yeni
yükselişe geçen evli ve 2 çocuk babası genç bir akademisyendir.
Hannah ise o yıllarda aldığı felsefe derslerinde hocasından
etkilenmiş ve onun fikirlerine hayran olmuştur. İkilinin birbirine
olan beğenisi kaçak bakışmalarla başlamış, aralarındaki
bilgeliğe duyulan aşk
üzerine tartışmalar ise yaş farkına ve Martin´in evli olması
engeline rağmen öğretmen öğrenci ilişkisinden çıkararak,
romantik bir ilişkiye dönüşmüştür. Tabii aşk iki felsefeci
arasında yasanınca mektupların dili de biraz farklı oluyor.
Martin, Hannah´a hislerini mektuplarında:
"Sevgili
Bayan Arendt! Daha bu akşam vakit geçirmeden size gelmeliyim ve
kalbinize konuşmalıyım. Her şey
yalın, duru ve saf olmalı aramızda, bizi karşılaştıran
kadere ancak böyle layık olabiliriz. " "Dünya
artik senin ve benim dünyam değil o bizim dünyamız oldu. Bizim
yaptığımız ve basardığımız her şey,
sana veya bana değil, bize ait. " sözleriyle
ifade ediyor, aynı zamanda da bu duygularla felsefe tarihinde önemli
bir yer tutan Varlik ve Zaman
(Sein und Zeit)
adlı eserini yazıyordu. Ta ki 1927 yılında ilişkileri tamamen
kopma noktasına gelene kadar. Hannah, Martin´e “seni hep
seveceğim…,, dese de Hannah secim yapabilecek durumda değildi.
Martin´e “ seni ilk günki gibi seviyorum.,, diyerek eğitimini
tamamlamak üzere Heidelber´e gitmiş, Martin Heidegger ise Varlik
ve Zaman (Sein
und Zeit) adlı eserini yayımlayarak
kariyerinde yükselise gecmisti - Bu kitabıyla Heidegger, Sokrates
sonrası felsefeyi eleştirmis, varlığa metafiziksel olarak
yaklaşılmasıyla yanlış yapıldığını belirterek felsefeyi
varlık kavramı üzerine yöneltmiştir.-
Hannah
ise durumu kabullenmiş, büyük aşkının zarar görmesini
istemiyor ve sevgilisinin istediği gibi felsefe eğitimine devam
ediyordu. Aşkta Heidegger´den kopsa da yayınladığı tezi
"Augustin´de sevgi kavramı" nda Heidegger´in etkisinden
çıkamadığını ortaya koyuyordu.
İkilinin
kariyerinde bu gelişmeler olurken, uzun süredir Almanya´da yaşanan
iç karışıklık 1933 yılına gelindiğinde Hitler´in iktidara
gelmesiyle üst noktaya tırmanmış, Hannah´ın da üniversitede
derslere girmesi, Yahudi olmasi gerekçesiyle, yasaklanmıştı. Bu
durumdan rahatsız olan Hannah, Almanya´dan önce Paris´e, 1941
yılında da Amerika´ya gitmiştir. Heidegger ise olayların tam
olarak içindeydi. Üniversitede Hitler´i destekleyen konuşmalar
yapıyor, Hitler´e hayranlığını ve Nazizim ideolojisine
desteğini her fırsatta belirtiyordu. 1 Mayis 1933 yılında NSDAP
(NASYONAL SOSYALİST ALMAN İSCI PARTİSİ)´ne girdi .- NSDAP,
1933-1945 yıları arasında Almanya´yı yönetmiş siyasi partidir.
Partinin temeli milliyetçilik, ırkçılık, anti-semitizm felsefesi
üzerine kuruludur.- Heidegger, Hitler´e yazdıgı bir mektupta ona
olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu :
"Ah! Führerim siz
bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim
ve eref ! yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı. "
Uzun
ve yıpratıcı bir savaş döneminden sonra bu sempatisi 1945
yılında onun için tehlike arz etmiş, rektör olarak gittiği
Freiburg Üniversitesi´nden uzaklaştırılmasına neden olmuştu.
Hannah´sa 2. Dünya Savaşi´nın sonuna kadar çeşitli Yahudi
derneklerinde çalışmış, yazılar yazmıştı.
1950
yılında ise kaçak olarak çıktığı ülkesine unutamadığı
büyük aşkına yardım etmek için geri dönecek ve bir otel
odasında onun ile buluşacaktı. Bu görüsmede Heidegger Hannah`tan
yardım istiyodu. Hitler´e verdiği destekten dolayı eleştiriliyor
ve bu eleştirilerden kurtulmak istiyordu. Hannah´sa onun bu siyasi
gelişmelere vermiş olduğu desteğe hiç anlam verememiş olsa da
Heidegger´e olan bağlılığı geçen yıllara rağmen azalmamıştı.
Belki de Hannah´ın bir eserindeki şu sözleri Heidiger´le
buluşmasının ve ölene kadar devam edecek olan dostluğunun
nedenlerini de açıklıyordu : "Ask doğası gereği saftır,
ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayı ki, sadece apolitik
değl, tüm politika karşıt insani dürtülerin en güçlüsüdür
de…"
Tüm
yaşanan imkansızlıklara, savaşa, ayrılıklara rağmen Martin ile
Hannah´ın aşkı bir kez daha dönüşüme uğramış ve aralarında
yeni bir dönem başlatmıştı. Artık ölene kadar görüşecekler,
aşklarını düşünce dünyalarına yansıtacaklardı. Ki Hannah,
Amerika´da kariyerinde de yükselişe geçmiş, 1959 yılında
Princeton Üniversitesi´nde ilk kadrolu kadın filozofu olmuştu.
Heidegger ise 1952 yılında üniversiteye geri dönmüş olsa da
siyasi geçmişi her seferinde yargılanmasına neden oluyordu.
Kariyeri icin vazgeçtiği sevgilisi kariyerinde ilerliyor, aynı
zamanda da Heidegger´e yardımcı oluyordu
1961
yılına gelindiğinde Hannah 2.Dünya Savaşı´nda Yahudilerin
katledilmesinde en önemli Nazi yetkilisi Adolf Eichmann´in
Kudüs´te yargılanmasını izlemiş ve The New Yorker Dergisi´nde
daha sonra "Kötülüğün Sıradanlığı" olarak kitaba
dönüştüreceği -Yahudilerin tepkisini çektigi- yazıyı
yazmışti.-Hannah yazısında, kötülüğün kökten mi olduğunu
yoksa sıradan insanların emirlere uyması sonucu düşünmeden mi
gercekleştiğini sorgulamıştır.- 1963 yilinda yayınladığı
kitabında Eichmann ile ilgili görüşlerini ise şöyle ifade
etmişti :
"Eichmann
'kötü'nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen,
yaptığınının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir
memurdu. Onu, kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlış
olacaktır."
Hannah’ın
bu ve benzeri fikirleri yıllarca Yahudi derneklerinde çalışmış
olsa da onu Yahudiler tarafından “Kendinden
nefret eden Yahudi,, olarak
adlandırılmasına engel olamamıştır. Artık oklar onun üzerine
çevrilmiş, fikirlerinden rahatsızlık duyan bazı kesimler
tarafından özel hayatıyla yıpratılmaya calışılmisti.
Hannah
Arendt ise bu düşünceler ile mücadeleyi bırakmamış, hayatı
boyunca fikirlerinin arkasında durmuştur. Her Avrupa´ya gelişinde
tüm eleştirilere rağmen Heidegger ile görüşmüş, uzakta
olduğunda ise mektuplarla iletişim kurmaya devam etmiştir.
Martin
ise hayatının son dönemlerini Freiburg´da bir kayakçı
kulübesinde geçirmiş, kar fırtınası kulübenin çevresinde
uğuldadığında “felsefe için en iyi zaman gelmiştir,, diyerek
siyasi fikirleri yargılanmış olsa da felsefeden vazgeçmemiştir.
Büyük aşkı Hannah´ın 1975 yılında New York’ta ölümünden
bir yil sonra 1976 yılında hayatını Freiburg´taki evinde
kaybetmiştir.
Martin
ve Hannah`ın arasındaki yasak aşk ZAMANIN
onlara getirdikleriyle her dönem VARLIKLARINA
farklı anlamlar kazandiran, aşklarının temelindeki "bilgeliye
duyulan sevgi"’den asla
vazgeçmedikleri büyük bir aşk hikayesidir.
"Bu
dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir
dünya bırakmak iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli
olacaktır. " Hannah Arendt