9 Eylül 2011 Cuma

BU ARA BUNU OKUYORUM








25 Ekim 1946 günü, Cambridge Üniversitesi'nin kalabalık bir odasında, yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ludwig Wittgenstein ve Karl Popper, ilk ve son kez karşı karşıya geldi. Bertrand Russell'ın da tanıkları arasında bulunduğu bu karşılaşma yalnızca on dakika sürdü ve pek de iyi gitmedi, ama çıkan kavga derhal bir efsaneye dönüştü. Bu kısa olay sırasında tam olarak neler olduğuysa sonraki yıllarda yoğun şekilde tartışıldı.

Felsefe, tarih, biyografi ve yazınsal dedektiflik karışımı Wıttgenstein'ın Maşası, Popper-Wittgenstein karşılaşması üzerinden yirminci yüzyılda felsefenin tarihini ele alıyor. Her iki düşünürün doğduğu şehir olan Viyana'nın yüzyıl başındaki gerilimli yapısını, Nazilerin Avusturya'yı işgalini, savaş sonrası dönemde Cambridge Üniversitesi'nin ve felsefecilerinin durumunu anlatıyor.

Wıttgenstein'ın Maşası, felsefenin ne olduğu, neyi ne kadar bilebileceğimiz hakkında kafa yoran düşünürlerin, on dakikalık bir olay bağlamında bile ne denli derin görüş ayrılıklarına düşebildiğini göstererek, "gerçek nedir?" sorusuna ilginç ve merak uyandırıcı bir yaklaşımla yanıt arıyor.

İki büyük filozof arasındaki on dakikalık tartışmanın hikayesi...



kitaptan: Ani: "Bizi hareketsiz görüyorum, o masada oturuken."Ama kafamda gercekten de ayni görsel imge mi var- yani o zamanki görsel imgelerden biri mi? Masayi ve arkadasimi kesinlikle o zamanki bakis acisindan mi görüyorum ve kendimi görmüyor muyum?



WITTGENSTEIN


Not: YKY`dan oldukca güzel ve aydinlatici bir inceleme... 

26 Ağustos 2011 Cuma

SOKAKTA SANAT VAR 2






13 Temmuz 2011 Çarşamba

SOKAKTA SANAT VAR 1





Tüm dönem boyunca Avusturyalı oyuncu, film yapımcısı, felsefeci, müzisyenlerin ortak oluşturdukları özel bir programa katıldım. Projeye başladığımda böyle bir deneyim yaşayabileceğimi kestiremiyordum ama işin içine girdikçe proje beni içine çektikçe çekti... Son 2 ayı günde ortalama 10 saat makale okuyup, yazmakla geçirdim. Kendi tercihim olduğu için hiç pişman olmasam da bir süre sonra kütüphanenin cam çatısından gökyüzüne bakmak beni oldukça bunalttı. Tempom azaldığında ise ilk isim kendimi sokağa atmak oldu. Tuna kenarında duvarlardaki resimlere bakarken -Viyana'da Tuna yolu boyunca duvarlarda resimler vardır- duvarlardaki resimleri yapan sokak ressamıyla tanışma fırsatı buldum. Bu ressamın adı Norbert. Tam olarak yaptığı şeyin adıysa Grafiti. Baktım Norbert yaptığı işi aşkla yapıyor ve paylaşımdan hiç mi hiç sakınmıyor...
-Eh! Benim için de artık bir yazı yazarsın dedim...
-Nasıl yani! Tam olarak istediğin ne? dedi... ...
Başladım istediğim şeyi anlatmaya.. Kısaca özetlersem: istediğim şeyin teorik bilgi olmadığı, yaptığını pratiğe dökerken hissettiklerini ifade edip edemeyeceğini sordum. Buradaki insanların en sevdiğim ve kendi üzerimde uygulamaya çalıştığım özellikleri, disiplinleri. Norbert de hiç gecikmeden bana 3 sayfalık güzel bir yazı yazıp yolladı ve yazımın kafamdakinden çok daha farklı bir boyut almasını sağladı. Hatta daha da ileri gidip mutlaka deneyip bu işlere girmem gerektiğini bile söyledi, "neden olmasın" deyip...


NEDİR BU GRAFİTİ
Öncelikle size grafiti ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum: Grafiti, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eden bir görsel uygulamadır. Bir grup bunu sanat olarak kabul ederken bazı çevreler Vandalizm olarak kabul etmektedir. Tarihçesi ilk çağa kadar dayanmış olsa da çıkış noktası 2. dünya savaşıdır. Almanya'yı ikiye ayıran Berlin Duvarını protesto etmek için gruplar tarafından duvar boyanmış, 1960 yılında ise ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için bu yöntemi denemiştir. Belli bir kesimin grafitiyi Vandalizm olarak kabul etmesinin temelinde de duvarların illegal olarak boyanması vardır. Sonraki yıllarda ise grafiti daha da gelişmiş, günden güne yayılmıştır. Avrupa'nın bir çok yerinde metro duvarlarında, nehir kenarlarında, köprü altlarında bu yazı ve resimlerle karşılaşmak mümkün. Grafiti yapan kişiler genel olarak kimliklerini saklayarak takma isimler kullanıyorlar. Grafiti ile ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra kısaca Norbert'i tanıtmak istiyorum. Norbert 1997 yılında ilk olarak Grafiti ile ilgilenmiş, sonra üniversiteye gitmek için ara vermiş. 4 yıllık üniversite
eğitiminden sonra 2008 yılında onu en eğlendiren şeyin Grafiti olduğuna karar verip hayatını bunun üzerinden kazanmaya başlamış, o günden bugüne kadar hem eğleniyor, hem de hayatını grafitiden kazanıyor. Bakış açısını ise şöyle ifade ediyor :
"Hayat bence bir tecrübe, biz sürekli birilerine bilgi aktaramayız. Senin istediğin şeyi o yüzden anlayabiliyorum ve teorik bilgiye ben de senin gibi bir noktadan sonra önem vermiyorum. Bence zaten bu bir kıyafet ve o kıyafeti senin yerine başkası seçemez, tecrübelerin karar verir. Grafiti'de ise bakmanın ötesi vardır. Sen bir kutu boya spreyi görürsün bana dersin ki bu kırmızı bir sprey boya ama o spreyi ben alıyorum ve duvara öyle bir güdüyle yolluyorum ki sen o duvarda artık o kutu boyanın yarattığını görüyorsun. İşte hayatın sihiri burada başlıyor hayat bir kutu boya değildir içindeki boyalarla istediğini yaratabilmektir. Ben içimdeki sihiri duvara yansıtıyorum bu sana ulaştığında ise sende başka bir şekil alıyor çünkü senin içinde de emin ol benimki gibi yaratıcılık var. Biz yaşlanıyoruz, her gün olumlu olduğumuzun farkındayız ama çocukken böyle bir düşüncemiz yoktu, yaşlanıyoruz, ölüme yaklaşıyoruz demiyorduk; işte o çocukluktaki temel duyguyu arıyoruz. O resimde öyle bir boyutu yakalarsın ki o zaman ölümsüzleşiyorsun. Benim için sevgi inancı her şeyin temelinde yer alıyor, her şeyde o var, sen baktığında o sevgiyi görüyorsun başkası da o sevgiyi görüyor ama günden güne insanlar bunu hissetmeyi unutmaya başladılar.
Bizi isimlerimizin içine soktular bundan dolayı onların sınırlarıyla yaşayıp onu yaymaya çalışıyoruz. Ama bizler ismin çok ötesindeyiz. Asıl seni sen yapan bu değil önemli olan senin sevgi inancın ve onu hayata koyuşundur. Grafitide bunu sergileyiştir, o hayatın içindedir o sevginin yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Belki ilk başlarda insanlar buna yabancı kalmış olabilirler ama tarihe bir bak o hep hayatın içindeydi, harfler bizleri sınırladı... Grafiti benim için içimin harfleridir, içimdeki yaratıcılığın ifadesidir... Ben sana bu sihri ulaştırmak zorundayım yoksa her şey kaybolur unutulur... Benim amacım bunu kaybetmemek bu sihri seninle buluşturmak. Bunun okulu olamaz , istiyorsan sendeki yaratıcılığı ortaya koyabilirsin ki sende bulunan daha farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Umut ediyorum ki içimdeki şeyleri hiç kaybetmem ve bunu resimle ölümsüzleştirmeye devam edebilirim..." diyerek yazısını sonlandırmış.

Tabii yazı biraz uzun olunca hepsini bire bir çevirmek yerine, toparlayarak aktarmaya çalıştım. Norbert açıkçası benim günümü değiştirmekle kalmadı, sayesinde bilmediğim bir alan hakkında çok güzel bilgiler edinmemi, hissetmemi ve farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı. Uzun ve yorucu bir dönemden sonra böyle bir tesadüfle karşılaşmak, okulun görkemli duvarlarından çıkıp sokaktaki sanatla temas etmek, insanlara sınır koyan duvarların yaratıcılıkla buluşturulup sınırların sadece beyinde olduğunu görmek, camın dışarısındaki gökyüzüne bakmak, havayı ciğerlerime çekmek gerçekten çok güzel....


Ergül Akyürek















Not:   - Yazıda kullandığım fotoğrafların bir kısmı Norbert`in izniyle  http://e5711.blogspot.com/ alınmış, bir kısmı ise benim Viyana`da çektiğim fotoğraflardır.
          

24 Mayıs 2011 Salı

YAŞAM BALOSU

Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar... Tüm dünya rengarenk. Etraf mitolojik kahramanlarla dolu, bugüne kadar okuduğunuz kitaplarda, izlediğiniz filmlerdeki kahramanlar etrafımızda, onlara dokunabiliyor ,konuşabiliyorsunuz. Herkes gülüyor, eğleniyor. Turistler bu hayali kahramanları anılarında yer etmek  için ellerinde makineleri ile bir yerden bir yere gülümseyerek koşturuyorlar, çocukların gülümsemeleri etrafa güzel nameler saçıyor, balonlar havalarda uçuşuyor… Bense kırmızı peruğumla bir orada bir buradayım, tanımadığımız birçok insanla gülüyoruz, birbirimizin gözlerine aynı amaç için bakıyoruz. Onların hatıra olarak çektikleri fotoğraflarda  bugünün anısı olarak yer alıyorum. Aslında Balo´nun davetlisi değilim, sponsorum yok ya da herhangi bir dernek üyesi değilim. Geceye renk katması için   taktığım bir peruk ise farkında olmadan  beni de etkinliğe dahil etti. Verdiğim poz sayısından hiç bahsetmek istemiyorum sadece bir kişiye  20 poz vermişimdir. Yani anlayacağınız hep birlikte, "sen şu millettensin. senin cinsel seçimin şu. sen siyahsın. sen beyazsın" demeden eğlendik, güldük…  Tabii bu Balo´nun eğlence kısmı dışında düzenlenmesinin de bir amacı var : `Life Ball` yani ´Yaşam Balosu  1992 yılında Viyana´da, Gery Keszler ve Torgom Petrosian  organizasyonluğunda, dünyanın büyük problemlerinden biri olan  AIDS ve HIV  ile mücadele için düzenlenen ulusal  yardım balosudur. Düzenlendiği yıldan itibaren  12 milyon Euro’nun üzerinde para çeşitli yardım kuruluşlarına aktarılmış. Hayatta  problemlerin  varlığını kabul edip bazen eğlenceyle harmanlanarak  yapılabileceklerin yapılabileceğine, Kötü demeden de insanların  bilinçlendirilebilir olduğunu düşünüyorum. Ve  yazımı,  Sharon Stone´nun 2007 yıllında  katılmış olduğu  Life Ball` ın  açılış konuşmasında söylemiş olduğu şu sözlerle  bitirip, susuyorum :
"Sizi bir kaç saniye sessiz kalmaya ve çevrenizdeki  insanları düşünmeye davet ediyorum "

Ergül Akyürek 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

ZAMANSIZ ZAMANLARDA: AMSTERDAM`A VAR(MAK)


  
   Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim yetmedi 17 saat yol gittim   vardim amsterdama. "Varmak mi varis noktasina kadar yasananlar mi secerseniz" derseniz ben her zamanki gibi  yollarda yasadiklarimi, gördüklerimi  tercih ederim. Su da bir gercek ki varis noktasina vardiginizda da varisiniz her zaman anlik bir his oluyor, sonrasindaki bilinmezlige acilan kapilar sizi baska varis noktalarina götürüyor yani anlayacaginiz aslinda biz hic bir zaman varmis olmuyoruz, sadece vardigimizi saniyoruz; o zaman varmak icin caba göstermek yerine  ya da varis noktasinin hayallerini kurmak yerine hayati akisina birakmak en iyisi deyip bu bir gezi yazisi olacagi icin basliyorum yol maceralarimi ve Amsterdam´da yasadiklarimi anlatmaya, ama simdiden söyliyeyim öyle Dom Meydani söyleydi bilmem Van Gogh Müzesi´nde sunlar vardi diye bir yazi yazmayi düsünmüyorum, tamamen hissettiklerimden yola cikarak bu 5 günlük macerayi anlatmak istiyorum ki zaten gitmeyi düsünürseniz de internette yeteri kadar gezilecek yerler üzerine yazilar var :) 








   Amsterdama gitmek icin hazirliklari yapip otogara gittigimde aslinda ilk defa Avrupa icinde bu kadar uzun otobüs yolculugu yapacagim icin icimde biraz merak duygusu vardi. Otogara gittigimde ise bizi  oldukca ortalama bir otobüsün bekledigini görünce acikcasi sasirdim -bizdeki otobüslerin konforunu düsününce-  ama bir yandan da 4 tekeri olmus olmasi bizi bir yerden bir yere götürecek olmasi  yeterli diyerek otobüsteki  yerimi aldim ve cok uluslu otobüsümüzle basladik zamanda yolculuk yapmaya.  Zamanda yolculuk diyorum, cünkü her yerin, her insanin kendine ait bir yüzyili oldugunu düsünüyorum ve her gittigim yerde farkli zamanlarda yolculuk yaptigimi hissedebiliyorum ki buradaki zaman kavrami da kelimenin yerine ne koyabilecegimi bilmedigimden kullanilmis bir kelime, buna belki ´anlarda sicrama´ da diyebiliriz ki ´yüzyillar´ da benim kafamin icindeki yüzyillar…  ya da ben sacmaliyorum ama tam olarak hissettiklerimi ifade etmeye calisirsam: annem istanbul´dan beni aradigin da ben otobüste yolculuk yapiyorsam  arkamda fiziksel bir baglantim olmayan mekan veya insanlar  domino tasi gibi hizla yikiliyor ama annem aradiginda anilarim birden tekrar canlaniyor ve sanki onunla konusan kisi anilarim oluyor, bense yeni ´bir an´da  ve yeni seyler görüp onlari da hizla ´an´i yapiyorsam, yani sürekli sicriyorsam iste ben de buna ´yolculuk´ diyorum genelde ´o an´, sadece ´o an´a odaklaniyorum ki o an´da aslinda bulundugum yüzyila degilde hissettigim farkli bir  yüzyildaymisim gibi oluyor. Sanirim cikamayacagim isin icinden ben en iyisi yolculugumuzu anlatmaya calisiyim :)   Bu arada bizimki öyle siradan bir otobüs de degil, sihirli bir otobüs, hatta icinde büyücü Alex bile  var, Alex mi kim ? Aslinda orasini ben de bilmiyorum. Baska gezegenden geldigini söyleyen, elindeki defterinde garip sekiller ve büyüler olan bir adam, agac onun annesi ..vs  -yaaa sadece bir seyleri düsünen ben degilmisim demek ki bazilari benim gibi sacma sapan demiyor düsündüklerine  ve onu anlatiyor hatta bana bir yaprak bile hediye etti :) Ama  ben ona inaniyorum cünkü önemli olanin insanin kendine olan inanci ki kendi söylediklerine inanmis bir adam da benim icin yeteri kadar dogru söylüyor demektir. Herkes uyudugunda ise gercekten bu sihirli otobüste olmaktan mutlu oldugumu hissettim. Bu kadar farkli yerlerde dogmus ve büyümüs insanin bir otobüste bu kadar uyum icinde olmus olmasi ve o uyumun bir parcasi olmak beni mutlu etti ki yolculugumuz boyunca Nürnberg, Köln, Frankfurt, Düsseldorf´a da ugradik,  sürekli yolcular degisti, bizim disimizda tabii :) Bu arada degisik sehirlere ugramis olmak da oldukca keyifliydi, dedigim gibi her yerin kendine özgü güzel bir hissi var bende, sonra onlar ´ani´ oldugun da o hisleri tekrar hissedip hatirliyorum o sehirlere ait anilari ama ani olana kadarsa keyfini cikarmak icin elimden geleni yapiyorum, ayni yürüyüs bandinda  kosmak gibi  siz kosarsiniz  ama bir adim bile yer gidemezsiniz, orada kitlenir he rsey, durur bedeniniz ve sadece hisseder ama ayni zamanda siz kitlenirken etrafiniz degisir…  Sihirli otobüsümüz Hollanda sinirindan gectigi andan itibaren her sey daha da farklilasti,  kendimi masallar diyarinda gibi hissettim :  tarlalar, yel degirmenleri, ciftlikler…vs.  yol dahada keyifli bir hal aldi.
    Amsterdam´a vardigimiz da ise, iste orada önce varis noktasina varmis olmus olmanin heycani sardi icimi  ve tabii o kadar yolu gitmis olmanin vermis oldugu vücut agrilari cabasi. Neyse ki biraz yürüdükten ve sersemligimi attiktan sonra sehri kesfetmek zamani gelmisti. Tabii sersemlik derken o sersemlikte bana bisiklet carpmis oldugunu da atlamak istemiyorum , cok garip, sarsildim ama vücudumun sarsintisini yeni bir yerde olmus olma sarsintisiyla ayni sayip adamin sesiyle bana carpmis oldugunu anlayabildim iyi mi yani o derece sersem oluyorum bir yere gidince. Bir keresinde de elime sicak su döktüm hatta hala döküyordum, görüyordum ama yandigini kafamin icinde o sicak su komutu gelene kadar hissetmedim,  onun gibi birseydi, yani bana carpmis oldugunu adamin sesini algilayip bisikletin bana temas ettigini  farkedene kadar hicbir sey hissetmedim hatta bu örnekleri bir keresinde boguluyordum bir keresinde arabadan düstüm ….vs. diye cogalta da bilirim :) Neyse  yine ucuz atlattik diyerek kalacak yerimizi bulduk ve yerlestik . Bunu söylemeden gecemeyecegim, kaldigimiz yer eski amsterdam evlerinden biriydi, hep hayal ettigim gibi yerlerde kaliyor olmam beni mutlu ediyor :) Bu arada beni mutlu eden baya bir sey varmis demek ki  yaziya döküp  görmesem, ayni bisikletin carpmasi gibi , farketmeyebilirdim :)  Biraz fazla hissettiklerimi yazmis olabilirim ama ben size bastan söylemistim normal bir gezi yazisi degil diye.  Tabii bir kez daha anladim ki ben iyi bir gezginim. Söyle ki iyi bir gezgin olmanin vermis oldugu avantajla sehirleri  cok cabuk cözebiliyorum,  Avrupa´da yasam tecrübemin olmus olmasi da  eklenince bu duruma   yerli halkin nerelerde takildigini cok cabuk buluyorum. Tabi ki turistlik yerlere gittim ama acikcasi kalabalikta bir oraya bir buraya kosturmaktansa sehrin sakin yüzünü gercek insanlariyla yasamayi tercih ederim, hem ben nereye gidersem gideyim kendimi turist gibi hissetmiyorum :)  Kisacasi Amsterdam´da olmak  dogaclama cekilen bir  film sahnesinin icine düsmek gibi ….izlediginiz tüm film kareleri gözünüzde canlaniyor ama bu sefer basrolde siz varsiniz , yolun gidisati sizin elinizde, o sokaga mi girsem bu sokaktan mi ciksam, su kafede mi soluk alsam ..vs. Yollar yollara aciliyor sürekli bir biskletli sagdan mi cikar soldan mi cikar diye kendinizi kolluyorsunuz , bircok yerde duydugunuz korna sesleri bisiklet zillerine dönüsüyor … Bizdeki cay bahceleri gibi bira bahceleri var, sokaklarinda her yerde parklari, sirin evleri, kanal kenarlarindaki cafeleri, eski model bisikletleri, sehrin ritmine uyum saglayan zil sesleri, kapi önünde kaynatilan dedikodulariyla  sempatik bir sehir Amsterdam.  Gitmek isteyen, görmek isteyen, hissetmek isteyen, her seyden önemlisi kiyaslamayip her yerin kendine ait bir hissi oldugunu bilenlere Amsterdam´i,  dünyanin her farkli noktasi gibi,  tavsiye ediyorum ki icinde gezgin ruh tasiyanlarin bir firsat bulup mutlaka gidip görecegine eminim :) 
   
 Dönüs günü geldigin de ise bir 17 saat yol daha bildigimiz bir nokta icin gidecek olmus olsamda  ayni ben olmayip yenilenmis, tazelenmis bir ben olarak, biriktirdiklerimle  bu sefer Dortmund üzerinden evime gittim. Umarim sagligim hep yerinde, birlikte gezebilecegim sevdiklerim  hep yanimda, hissedebildiklerimi kaybetmemis bir ben olarak; gidebilecegim daha cok  yollarim,  varis noktalarim ve en önemlisi yeni bir ben olarak dönebilecegim evim olur.  



                                                               fotograflar icin devam


13 Nisan 2011 Çarşamba

AŞKTA VE SAVAŞTA FELSEFE

                                            

   

Dünya tarihi geçmişten bugüne kadar büyük ve sansasyonel aşklara tanıklık etmiştir. Bu aşklardan bir tanesi de birçok kitaba, tiyatro oyununa konu olmuş 20.yy ünlü filozoflarından Nazi sempatizani Martin Heidegger ile Naziler koluna sarı yıldızı taktıktan sonra “ailemle yaşadığım süre içerisinde Yahudi olduğumu bilmiyordum, şimdi öğrendim.’’diyerek özgürlüğü için Almanya´dan kaçmak zorunda kalan, özgürlüğün tutkulu düşünürü, siyasi yazar Hannah Arendt arasında yaşanmıştır.
Hikayemiz Almanya´nın Marburg şehri´nde başlıyor. Hannah, 14 Ekim 1906 yılında Linden şehri´nde dünyaya gelmiş, Yahudi bir ailenin tek kızıdır. 18 yaşına geldiğinde felsefe eğitimi almak üzere Martin Heidegger ile yollarının kesiştiği Marburg Üniversitesi´ne gitmiş, kısa sürede gençliği ve zekasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. O sıralarda üniversitenin koridorlarında isyankarlığı ve alaycılığı ile kendinden söz ettiren Martin Heidegger de Hannah´ın yeteneklerini farkedenler arasındadır. Martin, 1889 yılında Baden´da dünyaya gelmiş, Freiburg´ta Husserl´in öğrencisi olduktan sonra 1923 yılında Marburg Üniversitesi´nde felsefe doçenti olmuş, mesleğinde yeni yeni yükselişe geçen evli ve 2 çocuk babası genç bir akademisyendir. Hannah ise o yıllarda aldığı felsefe derslerinde hocasından etkilenmiş ve onun fikirlerine hayran olmuştur. İkilinin birbirine olan beğenisi kaçak bakışmalarla başlamış, aralarındaki bilgeliğe duyulan aşk üzerine tartışmalar ise yaş farkına ve Martin´in evli olması engeline rağmen öğretmen öğrenci ilişkisinden çıkararak, romantik bir ilişkiye dönüşmüştür. Tabii aşk iki felsefeci arasında yasanınca mektupların dili de biraz farklı oluyor. Martin, Hannah´a hislerini mektuplarında:
"Sevgili Bayan Arendt! Daha bu akşam vakit geçirmeden size gelmeliyim ve kalbinize konuşmalıyım. Her şey yalın, duru ve saf olmalı aramızda, bizi karşılaştıran kadere ancak böyle layık olabiliriz. "
"Dünya artik senin ve benim dünyam değil o bizim dünyamız oldu. Bizim yaptığımız ve basardığımız her şey, sana veya bana değil, bize ait. "
sözleriyle ifade ediyor, aynı zamanda da bu duygularla felsefe tarihinde önemli bir yer tutan Varlik ve Zaman (Sein und Zeit) adlı eserini yazıyordu. Ta ki 1927 yılında ilişkileri tamamen kopma noktasına gelene kadar. Hannah, Martin´e “seni hep seveceğim…,, dese de Hannah secim yapabilecek durumda değildi. Martin´e “ seni ilk günki gibi seviyorum.,, diyerek eğitimini tamamlamak üzere Heidelber´e gitmiş, Martin Heidegger ise Varlik ve Zaman (Sein und Zeit) adlı eserini yayımlayarak kariyerinde yükselise gecmisti - Bu kitabıyla Heidegger, Sokrates sonrası felsefeyi eleştirmis, varlığa metafiziksel olarak yaklaşılmasıyla yanlış yapıldığını belirterek felsefeyi varlık kavramı üzerine yöneltmiştir.- 

                         


Hannah ise durumu kabullenmiş, büyük aşkının zarar görmesini istemiyor ve sevgilisinin istediği gibi felsefe eğitimine devam ediyordu. Aşkta Heidegger´den kopsa da yayınladığı tezi "Augustin´de sevgi kavramı" nda Heidegger´in etkisinden çıkamadığını ortaya koyuyordu.

İkilinin kariyerinde bu gelişmeler olurken, uzun süredir Almanya´da yaşanan iç karışıklık 1933 yılına gelindiğinde Hitler´in iktidara gelmesiyle üst noktaya tırmanmış, Hannah´ın da üniversitede derslere girmesi, Yahudi olmasi gerekçesiyle, yasaklanmıştı. Bu durumdan rahatsız olan Hannah, Almanya´dan önce Paris´e, 1941 yılında da Amerika´ya gitmiştir. Heidegger ise olayların tam olarak içindeydi. Üniversitede Hitler´i destekleyen konuşmalar yapıyor, Hitler´e hayranlığını ve Nazizim ideolojisine desteğini her fırsatta belirtiyordu. 1 Mayis 1933 yılında NSDAP (NASYONAL SOSYALİST ALMAN İSCI PARTİSİ)´ne girdi .- NSDAP, 1933-1945 yıları arasında Almanya´yı yönetmiş siyasi partidir. Partinin temeli milliyetçilik, ırkçılık, anti-semitizm felsefesi üzerine kuruludur.- Heidegger, Hitler´e yazdıgı bir mektupta ona olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu :

"Ah! Führerim siz bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim ve eref ! yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı. "
Uzun ve yıpratıcı bir savaş döneminden sonra bu sempatisi 1945 yılında onun için tehlike arz etmiş, rektör olarak gittiği Freiburg Üniversitesi´nden uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Hannah´sa 2. Dünya Savaşi´nın sonuna kadar çeşitli Yahudi derneklerinde çalışmış, yazılar yazmıştı. 

1950 yılında ise kaçak olarak çıktığı ülkesine unutamadığı büyük aşkına yardım etmek için geri dönecek ve bir otel odasında onun ile buluşacaktı. Bu görüsmede Heidegger Hannah`tan yardım istiyodu. Hitler´e verdiği destekten dolayı eleştiriliyor ve bu eleştirilerden kurtulmak istiyordu. Hannah´sa onun bu siyasi gelişmelere vermiş olduğu desteğe hiç anlam verememiş olsa da Heidegger´e olan bağlılığı geçen yıllara rağmen azalmamıştı. Belki de Hannah´ın bir eserindeki şu sözleri Heidiger´le buluşmasının ve ölene kadar devam edecek olan dostluğunun nedenlerini de açıklıyordu : "Ask doğası gereği saftır, ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayı ki, sadece apolitik değl, tüm politika karşıt insani dürtülerin en güçlüsüdür de…"
Tüm yaşanan imkansızlıklara, savaşa, ayrılıklara rağmen Martin ile Hannah´ın aşkı bir kez daha dönüşüme uğramış ve aralarında yeni bir dönem başlatmıştı. Artık ölene kadar görüşecekler, aşklarını düşünce dünyalarına yansıtacaklardı. Ki Hannah, Amerika´da kariyerinde de yükselişe geçmiş, 1959 yılında Princeton Üniversitesi´nde ilk kadrolu kadın filozofu olmuştu. Heidegger ise 1952 yılında üniversiteye geri dönmüş olsa da siyasi geçmişi her seferinde yargılanmasına neden oluyordu. Kariyeri icin vazgeçtiği sevgilisi kariyerinde ilerliyor, aynı zamanda da Heidegger´e yardımcı oluyordu
1961 yılına gelindiğinde Hannah 2.Dünya Savaşı´nda Yahudilerin katledilmesinde en önemli Nazi yetkilisi Adolf Eichmann´in Kudüs´te yargılanmasını izlemiş ve The New Yorker Dergisi´nde daha sonra "Kötülüğün Sıradanlığı" olarak kitaba dönüştüreceği -Yahudilerin tepkisini çektigi- yazıyı yazmışti.-Hannah yazısında, kötülüğün kökten mi olduğunu yoksa sıradan insanların emirlere uyması sonucu düşünmeden mi gercekleştiğini sorgulamıştır.- 1963 yilinda yayınladığı kitabında Eichmann ile ilgili görüşlerini ise şöyle ifade etmişti :
"Eichmann 'kötü'nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığınının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlış olacaktır."
Hannah’ın bu ve benzeri fikirleri yıllarca Yahudi derneklerinde çalışmış olsa da onu Yahudiler tarafından “Kendinden nefret eden Yahudi,, olarak adlandırılmasına engel olamamıştır. Artık oklar onun üzerine çevrilmiş, fikirlerinden rahatsızlık duyan bazı kesimler tarafından özel hayatıyla yıpratılmaya calışılmisti.
Hannah Arendt ise bu düşünceler ile mücadeleyi bırakmamış, hayatı boyunca fikirlerinin arkasında durmuştur. Her Avrupa´ya gelişinde tüm eleştirilere rağmen Heidegger ile görüşmüş, uzakta olduğunda ise mektuplarla iletişim kurmaya devam etmiştir.
Martin ise hayatının son dönemlerini Freiburg´da bir kayakçı kulübesinde geçirmiş, kar fırtınası kulübenin çevresinde uğuldadığında “felsefe için en iyi zaman gelmiştir,, diyerek siyasi fikirleri yargılanmış olsa da felsefeden vazgeçmemiştir. Büyük aşkı Hannah´ın 1975 yılında New York’ta ölümünden bir yil sonra 1976 yılında hayatını Freiburg´taki evinde kaybetmiştir.

Martin ve Hannah`ın arasındaki yasak aşk ZAMANIN onlara getirdikleriyle her dönem VARLIKLARINA farklı anlamlar kazandiran, aşklarının temelindeki "bilgeliye duyulan sevgi"’den asla vazgeçmedikleri büyük bir aşk hikayesidir.
"Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır. " Hannah Arendt


Ergül Akyürek

18 Ocak 2011 Salı

Guys and Dolls Müzikali

 


Gecemin gündüze karıştığı şu son günlerde hayatın akışına ufak molalar verip, derin bir nefes alıyorum. O molalardan bir tanesi de “Guys and Dolls” müzikali. Müzikalle ilgili anlatmak istediğim birçok şey var ama sınavlarımın yaklaşmasından dolayı şimdilik sadece müzikalden kareler  yayınlıyorum. Müzikali merak edenler için başrollerini Marlon Brando, Frank Sinatra´nın oynadığı” Guys and Dolls”  filmini öneririm.

Ergül Akyürek











14 Ocak 2011 Cuma

Deli Kasap-Beethoven`a Komsu Olmak


-Beethoven´a komsu olmak  -blogun sinirlarini  asti  ve Deli Kasap´a konuk oldu .Yaziyi, farkli ortamda tekrar okumak isteyenler icin  :

2 Ocak 2011 Pazar

BEETHOVEN`A KOMŞU OLMAK





Sabahın erken saatlerinde bir adam, siyah, uzun pardösülü, gri saçları omuzlarına düşmüş, keskin bakışlı, Viyana'nın Arnavut kaldırımlarında mırıldanıyor, elinde not defteriyle... Sokaktakilerse onun bakışlarıyla karşılaşmamak için kenarlara çekiliyor, aralarında fısıldaşıyor, "O, Ludwig van Beethoven", sanki duyabilecekmiş gibi… O ise çevresindekilerle ilgilenmeden  eve ulaşmanın telaşında, güçlü, uzun adımlarla yürüyordu. Evin önüne geldiğinde ise bana bakacakmış gibi hafifçe kafasını çevirdi, bir süre sonra vazgeçerek evinin kapısından içeri girdi. "Dönse beni görebilir miydi?" diye düşünüyordum ki, penceresinden benim olduğum noktaya baktığını gördüm.

-Kaç kere oradan, buraya bakmıştı?
-Bakarken neler düşünmüştü?
-Ben kaç kere o pencereye bakıp, onu düşünmüştüm?

İşte Beethoven'a komşu olmak; onun yürüdüğü yollardan yürürken onu hayal etmek, evinin önünden geçerken penceresinde ışık var mı diye bakmak, demek. Düşünsenize bir de o dönemin Viyana'sında yaşadığınızı ve o dönemde ona komşu olduğunuzu... Boşuna dememişler, "Ev alma, komşu al" diye. Üşenmez her gün pasta, börek v.s. yapıp, "Bu da komşu hakkı, kokmuştur" diyerek kapısına dayanabilirdim. O nasıl bir tepki verirdi, orasını düşünemiyorum. Neyse ki benim bu yüzyıldaki komşum da fena piyano çalmıyor. Tabi ben size bu yüzyıldaki değil; birkaç yüzyıl önce burada yaşamış komşumdan söz edeceğim. Ki Beethoven bize hiç de uzak bir isim değil; çocukluğumuzda ilk öğrendiğimiz melodi, birçoğumuzun teneffüs zili, onun 9. Senfonisi'dir. Daha fazla yakına gelmeden anılarımızda yer  alan bu melodinin sahibi müzisyenin, aynı zamanda sevgili komşumun, ilginç yaşamından bahsetmek istiyorum.  


Ludwig van Bethoven'in yaşam hikayesi, 16 Aralık 1770 yılında Almanya'nın Bonn şehrinde, hasta bir anneyle, müzisyen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Babasının müzisyen olmasının etkisiyle çok küçük yaşta yetenekleri fark edilen Beethoven, dört yaşında babasından piyano dersleri alır. Baba Beethoven, alkolik ve elinin ayarı olmayan bir adam olunca bu derslerde Beethoven'a şiddet uygulamaktan hiç çekinmez ki küçük Beethoven daha dört yaşında ufacık elleriyle saatlerce ağlayarak piyano çalmak zorunda kalır. Sekiz yaşına geldiğinde ilk halk konserine çıkan Beethoven, büyük bir başarı sağlayarak "Harika Çocuk" adıyla anılır. Bundan sonra Beethoven'in müzik eğitimi daha da artırılmış, on yedi yaşındayken hocası, C.G. Neefe, "Benim artık sana vereceklerim bu kadar. Sen biraz da Viyana'ya git ve Mozart'la çalış" der. O dönemde Viyana da Viyana, yani müzik önemli yer tutuyor, Viyana üslubu tüm Avrupa'ya yayılmış  durumda. En büyük temsilcilerinden biri de Mozart… Tabi bunu duyan Beethoven umutlarını bavula koyup Viyana'nın yolunu tutar. Mozart'a ilk çaldığında, Mozart; "Bir gün bu çocuğun adını bütün dünya öğrenecek. Çünkü o bir deha!" der. Beethoven tam sevinmişken annesinin hastalığı işleri karıştırır ve umutlarını bırakıp Viyana'ya "Hoşça kal" der ve tası tarağı toplayıp Almanya'ya geri dönerek, ailesinin sorumluluğunu üstlenir. Ama adam olacak çocuk her halinden belli, Mozart'tan da aldığı övgüyle, orada olduğu süre içerisinde güçlü dostluklar kurup başarılarıyla ismini duyurur.
1792'ye gelindiğinde dönemin ünlü müzisyenlerinden Haydn, onun çalışmalarını beğenir ve onu Viyana'ya davet eder. Beethoven için Viyana kapıları tekrar açılır. "Hoşça kal" dediği Viyana'ya bir daha "Hoşça kal" dememek üzere, elindeki bavuluyla tekrar "Merhaba" der ve ölene kadar Viyana'da yaşar. Bu arada tarihler dikkatinizi çektiyse bizim komşu, klasik dönemin en ünlü isimleriyle çalışmakla kalmamış aynı zamanda 1789  Fransız İhtilali'ne on dokuz yaşında tanıklık etmiştir. İhtilalin  özgürlük anlayışına ve Napolyon'a -Avrupa'ya özgürlük getirdiğini düşündüğü için- hayranlık duyan Beethoven, bu etkileri  müziğine yansıttığını, özellikle orta yaş dönemindeki bestelerinde görebiliyoruz.